13 Ocak 2008 Pazar

Gelecekteki Sağlık Durumunuzu mu Merak Ediyorsunuz? İdrar Tetkiki Yaptırın!

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 16-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

On yedinci yüzyılda kraliyet ailesinin bir üyesi rahatsızlandığı zaman, derdine deva bulması amacıyla çağrılan doktorun teşhis koymak için çok fazla aracı ve olanağı yoktu. O dönemde bir tansiyon aleti, derecesi, hastanın göğüs ve kalbini dinlemek için steteskopu veya kulağına bakmak için bir otoskopu yoktu. Ne bir röntgen çektirebilir ne de laboratuar tetkikleri yaptırabilirdi. Doktorlar tarafından en çok başvurulan tanı yöntemlerinden birisi, hastanın idrarını balon şeklindeki bir cam kavanoza koyup ışığa tutarak incelemekti. İdrarın gözle incelenmesi sonucunda tanılar konulur ve tedavi yöntemleri geliştirilirdi. 1664 yılında Hollanda, Leiden’de Sylvius’un öğrencilerinden birisi olan Frederick Dekkers kayıtlarına şunları yazdı : “Hastanın idrarını ateşte ısıttığım zaman kısa süre içinde süte benzeyen bir görünüm aldı. Üzerine bir iki damla asetik asit ekleyip soğuttuğum zaman da yağlı kısmı kavanozun üzerinde kalırken katı kısmı dibe çöktü”. Bu notlar tarihte “idrarda albumin bulunması” konusundaki ilk kayıtlar olarak kabul edildi. 1816 Londra’sında Richard Bright daha önceleri birbirlerinden bağımsız olduğu düşünülen üç bulguyu bir araya getirdi: idrarın katılaşıp süt kıvamı alması, böbreklerin küçülüp sertleşmesi ve hastaların vücuduyla birlikte yüzlerinin soluklaşıp şişmesi. Bu yeni bakış açısı, böbrek hastalıkları konusundaki gelişmelerin yolunu açtı ve Dr. Bright’da böbrek hastalıkları uzmanlarının (nefrologların) babası unvanını almış oldu.



Öte yandan böbrek hastalıkları ile gelişmeler 1940’lı yıllara kadar istenen hızda olmadı. 1940’lı yıllarda Londra bombalanırken, enkazın altında kalıp vücutları ezilen insanlarda ani olarak gelişen böbrek yetmezlikleri ile ilgili önemli bulgular elde edildi. Ama böbrek hastalıkları ile ilgili en önemli gelişme, Dr. Homer Smith’in “Sağlıkta ve Hastalıkta Böbrek İşlevleri” adlı kitabını yazması ile gerçekleşti. 1960’lı yıllarda ise iç hastalıklarının en genç uzmanlık alanlarından birisi olan “nefroloji” (böbrek hastalıkları) konusunda eğitim verilmeye başlandı.



Kamuoyundaki genel kanı, böbrek hastalıkları doktorlarının (nefrologların) ilgi alanının “diyaliz” ve “böbrek nakilleri” olduğu konusundadır. Belki bu liste ender görülen bazı kalıtsal hastalıklar ve nefritler ile geliştirilebilir. Oysa böbrek hastalıkları ne ender görülen hastalıklardır, ne de böbrek hastalıkları uzmanlarının ilgi alanı bu kadar dardır. Bir çok toplum araştırması her 10 erişkinden birinde böbrek hastalığı olduğunu göstermektedir. Ülkemizde en az 6 milyon kişinin şeker hastası ve 10 milyondan fazla kişinin yüksek tansiyon hastası olduğu bilinmektedir. Sigara tüketiminde Türkiye dünyada yedinci sırada yer almaktadır. Kalp ve damar hastalıkları konusunda da ülkemizin karnesi hiç de parlak değildir. Bu etkenlerin doğal sonucu olarak diyalize giren hastaların dörtte üçünden fazlasını, şeker ve yüksek tansiyon hastaları oluşturmaya başlamıştır.



Böbrek hastalıklarının, öncelikli bir toplum sağlığı sorununa dönüştüğünün fark edilmesinden sonra, teşhis için kolay ve ucuz tarama yöntemleri bulunmaya çalışılmıştır. Araştırmalar iki konuda yoğunlaşmıştır: 1) Böbreklerin zararlı maddeleri temizleme hızındaki azalmayı ortaya koyan yöntemler, 2) Böbreklerin, adeta bir elek gibi, yararlı maddeleri kanda tutma özelliklerindeki bozulmayı gösteren testler. Yirmibirinci yüzyılın başında yürütülen bu çalışmalar, bize 16. yüzyıldaki meslektaşlarımızın izinden yürümemiz gerektiğini göstermiştir. Herhangi bir kişinin, (tercihan) sabah ilk idrarını temiz bir kaba koyup, laboratuarda özel bir yöntemle az miktarlarda albumin olup olmadığının araştırılması çok önemli veriler sağlamaktadır. Normal idrar tahlillerinde saptanamayan az miktardaki bu albumine “mikroalbumin” adı verilmektedir.



Bir yüksek tansiyon hastasının idrarında mikroalbumin bulunması halinde, o hastanın böbrek hasarı olduğunu ve ileride böbrek yetmezliği açısından özel bir riski olduğunu anlıyoruz. Erişkin yaşta şeker hastalığı tanısı konulan her dört hastadan birinde, idrarda “mikroalbumin” olduğunu ve böbrek yetmezliği risklerinin azaltılması gerektiğini biliyoruz. Amacımız sadece mikroalbumin varlığını belirlemek değil, aynı zamanda idrardaki mikroalbumin miktarını azaltmak. Çünkü idrardaki bu proteinin miktarı ne kadar fazlaysa risk o kadar artıyor Bu konuda son derece etkili olan ilaçlarımız olduğundan, 10 yıl öncesine göre daha fazla başarılı oluyoruz.



Araştırmalardan ortaya çıkan önemli bir başka sonuç daha var; idrardaki mikroalbumin aynı zamanda kalp ve damar hastalıkları açısından da çok önemli bir belirleyici. Bir insanın idrarında mikroalbumin varsa kalp krizi, inme ve damar hastalıkları gelişme olasılığında önemli bir artış oluyor. Kanda kolesterol ölçülmesi kadar önemli bilgiler sağlıyor. Aynı şekilde, idrardaki albumin miktarını azaltarak kalp ve damar hastalıklarının riskini azaltmak da mümkün oluyor.



14 – 18 Kasım 2007 tarihleri arasında düzenlenecek 24.Ulusal Nefroloji, Hipertansiyon, Diyaliz ve Transplantasyon Kongresinde hiç kuşkusuz ki üzerinde en çok konuşulacak konulardan birisi bu yeni yaklaşımlar olacak. Hepimizin ortak dileği sağlık çalışanlarının bu son derece basit ve ucuz idrar tetkikini günlük uygulamlarının ayrılmaz bir parçası haline getirmeleri. Hasta ve yakınlarının da, ileriye dönük risklerini araştırırken; çok para harcamadan, radyasyon almadan ve hemen her sağlık kuruluşunda yaptırabilecekleri idrarda mikroalbumin testinin öneminin farkında olmaları. Çünkü geçen yüzyıllar idrar tekikinin öneminden bir şey azaltmadığı gibi daha da önemli hale getirmiş durumda.

0 yorum: