18 Aralık 2007 Salı

Gençlik ve Şiddet (1)

GENÇLİK BAŞIMDA DUMAN
İnsanlık tarihi boyunca şiddet, insanlığın gündeminden hiç eksik olmamıştır. Kimi zaman problemlerin çözümü için şiddetten bir vasıta olarak yararlanma yoluna gidilirken, kimi zaman da toplumdan şiddeti söküp atmanın çareleri üzerinde durulmuştur. Türk toplumu da, diğer tüm toplumlar gibi kendisini bazı tarihsel durum ve koşulların sonucunda, şiddet problemlerinin içinde bulmuş ve bu problemleri çözebilmek için çareler aramıştır. Örneğin 1970-1980 yılları, toplumumuzun böyle bir şiddet karabasanına gömüldüğü ama bir biçimde bundan sıyrılmasını bildiği yıllar olarak toplumsal hafızamıza kaydedilmiştir.
1970-1980 yılları arasında yaşanan ve kendini daha çok siyasi biçimlerde ifade eden şiddet, toplumun tüm kesimlerinde belirgin bir etki yapmış ama özellikle bir gençlik problemi olarak ortaya çıkmıştı. Bu dönemde bir gençlik problemi olarak siyasi şiddet, ülkemizin çözmek zorunda olduğu problemler içinde, tartışmasız bir biçimde birinci sıraya yerleşmiş; başta yüksek ve orta öğrenim görenler olmak üzere, birçok gencimiz menfur olaylarda yaşamlarını yitirmişler veya çeşitli bedensel, ruhsal, toplumsal sorunlarla başetmek durumunda kalmışlardı. 1970-1980 dönemi, gençliğin şiddetle ilgili problemlerinin, bazı durum ve koşullar bir araya geldiğinde, hangi noktalara varabileceğinin çok tipik bir örneğini göstermektedir. Üstelik bu hal, yalnızca bizim ülkemize mahsus değildir. Hangi ülkenin tarihine bakarsak bakalım, gençliğin şiddetle ilgili problemlerinin bazan çok ileri safhalara vardığını ve hatta 1968'li yıllarda olduğu gibi, dünya çapında bir boyuta ulaştığını gözlemleyebiliriz.

1994-1995 öğrenim yılının özellikle ikinci yarısında, başta İstanbul metropol kentimizin liselerinde olmak üzere, orta öğrenim gençliğimizin şiddetle ilgili yeni tipte bir problemle karşı karşıya olduğuna dair, kamuoyumuzda haklı bir telaş ve kaygı ortaya çıkmıştır. Bu olayların nedenleri tam olarak anlaşılamamış, fatura "kredili sistem"e kesilmiştir. 1996-1997 öğrenim yılının başlangıcından itibaren bu kez genç yaş grubunda yaşanan şiddet olayları, yeniden üniversitelere "siyasi şiddet" kılığında girmiştir. Tüm bunlar olup biterken kamuoyu ve yetkililer hep aynı bildik tavrı almakta, somut ve belirgin veriler sunan bilimsel araştırmalar yapılmaksızın, bir an evvel, aceleyle suçlular aranması yoluna gidilmektedir. Her kişi, her toplumsal ve siyasi kesim, kendi tarz ve anlayışına göre, problemin bir yanına el atmakta, ortada bilimsel araştırma bulguları olmadığından, toplumumuzu çok derinden etkileyen bu sorunun nedenleri ve çözüm yolları hakında bir fikir birliği sağlanamamaktadır. Hatta bazıları, gençliğimizden tümüyle umutlarını kesecek kadar ileri ölçülere varan değerlendirmeler yapmaktan çekinmemektedirler.

Biz ise, çözümünde belki bir ışık olur umuduyla, bu çok önemli toplumsal soruna bilimsel olarak yaklaşmayı deneyeceğiz. Öncelikle şiddet ve saldırganlık üzerinde durmalıyız.

Genel olarak şiddet ve saldırganlık
Tüm soyut kavramlar gibi saldırganlık ve şiddet kavramlarının da tanımlanması, hem zor hem de çok kolaydır. Zorluk ve kolaylık, bu kavramların sınırlarının kolaylıkla genişletilerek, içeriklerinin bulanıklaştırılabilmesinden gelmektedir. Kavramlar konusunda özensiz bir tutum, işimizi zorlaştırmakla kalmayıp bir kavram kargaşasına yol açarak şiddeti, nedenlerini ve sonuçlarını net bir şekilde ele almamıza da engel olabilir. Bu nedenle biz, saldırganlık ve şiddet derken bu kavramların bilinen ve çoğu bilimci tarafından paylaşılan tanımlarını kullanacağız. Buna göre saldırganlık, "başka bir insana zarar vermeye, acı çektirmeye veya yaralamaya yönelik herhangi bir tür davranışa verilen ad"dır. Şiddet de benzer anlamda kullanılan bir kavram olarak "güç kullanmak, baskı uygulamak, başka insanlara zarar vermeye ve yaralamaya dönük hareketler" anlamına gelmektedir.

Şiddet, sadece birey ölçeğinde ele alındığında, bireyin artmış saldırganlık dürtüleri ile içsel kontrol düzenekleri arasındaki denge bozulduğunda gündeme gelir. Bireyin saldırgan eğilimleri ve şiddet fantazileri olabilir, fakat bunlar kişi kontrolünü yitirmedikçe eyleme dönüşmezler; böylelikle bir şiddet problemi ortaya çıkmamış olur. Organik veya sinirsel bozukluklar ile çevresel ortamdan gelen uyaranlar, saldırganlığı ortaya çıkaran dürtüleri şiddetlendirirken, beyindeki kimi kimyasal bozukluklar ve kişinin ruhsal dünyasının kolayca kırılabilme özelliği göstermesi, kontrol sistemini zayıflatır.

Birçok araştırmacı, şiddet eylemlerini biçimleyen güçleri anlamaya ve bu yolla kimin şiddet gösterebileceğini öngörmeye çalışmışlardır. Şiddeti öngörmekte kullanılan ve bu araştırmalarda elde edilen tek tek bireylere ait bulguların en bilinenleri şunlardır:

1) Yüksek düzeyde zarar verme niyeti,

2) Kurbanın varlığı,

3) Sık ve açık tehditlerde bulunma,

4) Somut plan yapma,

5) Şiddet araçlarına kolaylıkla ulaşabilme imkanı,

6) Kontrolü yitirmeye dair önceki yaşamından sağlanan bilgi,

7) Devamlı öfke, düşmanlık veya küskünlük duyguları,

8) Şiddeti seyretmekten hoşlanma,

9) Merhametsizlik,

10) Kendisini kurban olarak görme,

11) Otoriteye küsme,

12) Çocuklukta kötü muamele ve yoksunluk,

13) Evde sıcaklık şefkat ve ilgi azlığı,

14) Erken anababa kaybı,

15) Çocuklukta yangın çıkarma, yatak ıslatma ve hayvanlara zalim davranma,

16) Daha önceden şiddet eylemlerinde bulunmuş olma,

17) Dikkatsiz ve tedbirsiz araba kullanma...

Şiddet davranışının sıklığı ve özellikleri
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan istatistiklere göre 1992 yılında 1,932,274 adet şiddete yönelik suç işlenmiştir. Bunlardan 109,062'si tecavüz, 23,760'ı cinayettir. Şiddet suçları metropol bölgelerde kırlık kesimlere göre daha fazladır.

Cinayetler en fazla birbirini tanıyan insanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Cinayetlerin %50 den fazlası ateşli silahlarla yapılmıştır. ABD'nde cinayet, 15-24 yaş arasında en sık ikinci ölüm nedenidir. Zencilerde bu oran iki kat daha fazladır. Cinayet oranı İngiltere, İsveç, Japonya ve Kanada gibi silah taşımanın daha sıkı kurallara bağlı olduğu ülkelerde daha düşüktür. Cinayet, düşük sosyoekonomik grupta daha yaygındır ve daha çok erkekler tarafından gerçekleştirilir. ABD'nde lise öğrencileri arasında yapılan bir araştırmada erkeklerin %28'i , kız öğrencilerin ise %7'si bir önceki ay içinde fiziksel bir kavgaya karıştıklarını belirtmişlerdir. Araştırmaya katılan gençlerin %35' i, yaşamları boyunca en az birkez tıbbi yardım gerektirecek denli yaralandıkları fiziksel bir kavga yaptıklarını belirtmişlerdir.

Zeka gerilikleri, ağır ruhsal bozukluklar (şizofreni, manik atak, paranoid bozukluklar), antisosyal ve sınır (borderline) kişilik bozukluğu gibi kimi ruhsal rahatsızlıklarda ve kişilik bozukluklarında şiddet ve saldırganlık eğilimi bir hastalık belirtisi olarak karşımıza çıkabilmektedir. Herhangi bir ruhsal rahatsızlığı olsun veya olmasın saldırganlık gösteren bireyler, bunu genellikle bildikleri insanlar, çoğu kez de aile üyeleri üzerinde gerçekleştirirler. Bu durum, saldırganlığın belirsiz bir yönelim göstermediğine işaret etmektedir. Ancak bu genellemenin tek ve konumuz açısından önemli istisnası genç erkeklerdir. Gençlik döneminde yeralan erkekler, çoğunlukla tanımadıkları veya rastlantı sonucu karşılaştıkları insanlara karşı da saldırganlık sergileyebilmektedirler.

Saldırganlığın nedenleri
"İnsan neden saldırganlık gösterir?" sorusunun cevabı oldukça zordur ve aslında tüm insan davranışlarının doğasına yönelik bir tartışmayı gerektirir. Hayvanlar için saldırganlığın biyolojik ve davranışsal karşılıklarını, eşlik edenlerini bulmak o kadar zor değildir. Ancak insan söz konusu olduğunda, biyolojik yapıyı aşan birçok faktör işin içine girmektedir. İnsan davranışının doğası, son derece karmaşıktır. "Saldırganlık, insanın doğasında olan birşey midir, yoksa yaradılışında olmayıp öğrenilmiş ya da sonradan içinde bulunulan çevrenin etkisiyle mi ortaya çıkmıştır?" Şu anki bilgilerimize göre en uygun cevap, her ikisi de olacaktır.

Saldırgan davranışı belirleyen biyolojik etkenler
1) Artmış fizyolojik uyarılma: Bazı çalışmalar yarışma etkinlikleri, aşırı alıştırma, provakatif filmler seyretme gibi çeşitli kaynaklardan köken alan artmış uyarılmışlık halinin açık saldırganlığı arttırdığını göstermişlerdir.

2) Cinsiyet ve hormonlar: İnsanda ve hemen tüm hayvan türlerinde türün erkek üyeleri kadınlara göre daha saldırgandır. Saldırganlık ve cinsiyetler arasındaki farklılık konusunda yapılan davranışsal gözlemlerde ve araştırmalarda çocukluk döneminde oynanan oyunlardaki şiddet ögesi açısından erkek çocukların daha çok bu tür oyunları tercih ettikleri bulunmuştur. Yetişkin insanlarda yapılan çalışmalarda şiddet suçları ile ilgili istatistikler göz önüne alındığında erkeklerin kadınlara göre daha saldırgan davranışlar gösterdikleri saptanmıştır. Bu farklılıklardan herhangi bir anda kesin olarak sorumlu tutulabilecek belli bir madde izole edilememiştir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan birçok çalışmada ve gözlemde, androjen (erkeklik hormonları) düzeyi ile saldırganlık arasında bağlantı olduğu ortaya çıkmıştır. Cinsiyet hormonlarının etkisi, özellikle bebek gelişiminin anne karnındaki dönemlerinde daha yoğun olmaktadır. Hayvanlarda bu hormonun daha ana rahmindeyken beynin cinselliğe göre şekillenen alanları üzerine etki ederek saldırgan davranış dağarcığının oluştuğu gösterilmiştir. Diğer yandan kadınlık hormonları örneğin östrojenler, birçok türde kavgacılık davranışını baskılamaktadırlar. Cinsiyet hormonlarının insanlarda saldırganlık davranışı üzerine etkilerini saptamak ise, daha karmaşık ve zordur. Bu konuda hormon uygulayarak deney yapmak ahlaki olmadığından ancak doğal gözlemlere dayanılarak (örneğin anneleri gebelikte yanlışlıkla hormon ilacı kullananlar, veya doğumsal bozukluklar nedeniyle herhangi bir hormona aşırı maruz kalmış bebekler ya da normalde olması gereken kimi hormonların yokluğu nedeniyle o tip hormona hiç maruz kalmamış bebekler gibi) bazı sonuçlar çıkarılabilir. Örneğin insanlarda yapılan çalışmalarda androjene duyarsızlıkla giden kimi hastalık durumlarında saldırganlığın azaldığı; buna karşın adrenogenital sendromlu kız çocuklarında (annedeki androjenlerin yüksek seviyede olup bebeği etkilemesiyle çıkan doğumsal hastalık) saldırganlıkla ilgili oyunların arttığı bulunmuştur. Buna göre, anne karnındayken aşırı dozda erkeklik hormonuna maruz kalmış bebeklerde erkeksi davranışlar, artmış saldırganlık, erkeklerin oynadığı oyunları tercih etme gibi durumlar görülmektedir. Kadınlık hormonlarının etkisi daha tartışmalıdır. Bu hormonlarla da kadınsı davranışlar ve azalmış saldırganlık izlendiğini söyleyen yayınlar mevcuttur. Ancak bu hormonal etkilerin ortaya çıkışı için maruz kalınma dönemi ve miktarı önem taşımaktadır. Aynı cinsiyet içinde de bazı bireylerin diğerlerişne göre daha saldırgan olmasını hormonal etkilerle açıklamaya yönelik çalışmalar vardır. Hayvanlarda birçok türde erkeklik hormonuyla saldırganlık arasında pozitif bir ilişki gösterilmiştir. İnsanlarda yapılan bazı çalışmalarda düşük kan kortizol düzeyi ile alışkanlık haline gelmiş şiddet arasında bağlantı olduğu gösterilmiştir.

3) Cinsel uyarılma: Genellikle cinsellik ve cinsel dürtülerle saldırganlık ayrı ayrı konularmış gibi düşünülse de hayvanlarda ve insanlarda yapılan çalışmalar iki dürtünün birbiriyle ilgili olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu konuda ilk kanıt, yukarıda belirtildiği gibi, hem saldırganlığın hem de cinselliğin en azından erkeklerde erkeklik hormonları (androjenler) tarafından etkilenmesidir.

Hormonal etkiler dışında hangi nedenli olursa olsun cinsel uyarılmayla da saldırganlık arasında bağlantı olabileceğinden söz edilmektedir. Örneğin son yapılan davranışsal araştırmalarda cinsel uyarılmaya yol açan erotik materyalin niteliğine göre bireyin tepkisinin ortaya çıktığını göstermişlerdir. Buna göre kullanılan erotik materyal yumuşak nitelikli ise örneğin çekici çıplak kadın fotoğrafları gibi saldırganlık azalmaktadır. Ama açık cinsellik içeren materyal örneğin cinsel ilişki esnasındaki çiftler gibi, saldırganlığı arttırmaktadır.

4) Ağrı: Fiziksel ağrı, başka insanlara zarar vermeye ve incitmeye güdüleme yoluyla saldırgan dürtüler doğurabilir. Bu dürtü, ağrıya yol açan durumla herhangi bir bağlantısı olmayan herhangi bir hedefte bile ifadesini bulabilir. Bu varsayım kısmen neden saldırganlığa maruz kalan insanların saldırganlık gösterdiklerini de açıklamaktadır.

5) İlaçlar ve diğer maddeler: İlaç, alkol, uyuşturucu ve uyarıcı kullanımıyla saldırganlık arasındaki ilişki ile ilgili şu genel bilgileri verebiliriz: Küçük doz alkol, saldırganlığı azaltırken doz arttıkça saldırganlıkta artar; aerosol ve diğer kimyasal çözücü ve uçucular alkolün etkilerini taklit ederler; kaygıgidericiler (anksiyolitikler) genel olarak saldırganlığı ketlerler, yalnız bazen paradoksik olarak saldırganlık gözlenebilir; opioid bağımlılığına aynen kokain, uyarıcılar ve halüsinojenlere olduğu gibi artmış saldırganlık eşlik eder; esrar değişen dozlarda bazen saldırganlığa yolaçabilir.

6) Nörotransmitterler (sinirler arası iletim maddeleri): Beyindeki sinirsel iletimi sağlayan maddeler olan nörotransmitterlerin saldırganlığında aralarında olduğu birçok davranışa olan etkileri, son yıllarda üzerinde en çok çalışılan konulardandır. Genel olarak yırtıcı saldırganlığın ortaya çıkışında kolinerjik ve katekolaminerjik mekanizmalar işe karışmaktadır; serotonerjik sistemler ve GABA, bu tip davranışı inhibe ediyor görünmektedir. Duygulanımsal saldırganlık, açık bir şekilde katekolaminerjik, dopaminerjik ve serotonerjik sistemler tarafından düzenlenir. Norepinefrin, saldırganlığın ortaya çıkışına ve artmasına yol açmaktadır. Norepinefrinin bir önemli özelliği de duygulanımsal saldırganlığı arttırırken yırtıcı saldırganlığı ketlemektedir. Dopamin, saldırganlığı arttıran bir diğer nörotransmitterdir. Serotonin ise saldırganlığı ketlediği düşünülen bir nörotransmitterdir. Son zamanlarda serotonin saldırganlığa aracılık eden etken olarak epeyce önem kazanmıştır. Azalmış beyin serotonin düzeyi ile kendi kendini yaralama davranışları arasında bir ilişki olduğu da bir diğer araştırma bulgusudur. Şiddet saldırılarında bulunanlarda ve impulsif yangın çıkaranlarda beyin serotonin düzeyinde düşüklük saptanmıştır. Serotoninle ilgili bir diğer varsayım bu maddenin genel saldırganlıkdan çok dürtüsel saldırganlıkla ilgili olduğudur.

7) Beyin anatomisi, nörotransmitterler ve hormonların ilişkisi: Hayvan çalışmalarında saldırganlıkla ilgili psikobiyolojik süreçlerin düzenlenmesinin beyinde yeralan bir bölge olan limbik sistemin rol oynadığı bulunmuştur. Saldırganlığı düzenlemekte limbik sistemin en fazla önem taşıyan bölgelerinin ise hipotalamus, septal alan ve amigdala olduğu düşünülmektedir. Bu alanların uyarılması saldırganlık davranışını arttırırken çıkarılması azaltmaktadır. İnsanlarda yapılan çalışmalarda da benzer bulgular elde edilmiştir. Henüz limbik sistem, nörotransmitterler ve hormonların nasıl bir karşılıklı etkileşim içinde saldırgan davranışı düzenlemekte oldukları, tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Tüm bunların ötesinde bireyin çevresi, kişisel geçmişi ve yaşadığı olaylarla bu biyolojik süreçler arasında karşılıklı ve dinamik bir etkileşim olduğu unutulmamalıdır.

Saldırgan davranışı belirleyen psikolojik etkenler
1) Engellenme: İnsanları şiddete teşvik eden en güçlü şey engellenmedir. John Dollard'ın engellenme-saldırganlık varsayımı, bu ilişkiye dayanır. Bu varsayımın özgün şekline göre, engellenme, daima bir biçimde saldırganlığa yol açar ve aynı şekilde saldırganlık, daima engellenmeden köken alır.

Bununla birlikte engellenmiş insan, her zaman saldırganlığa başvurmaz; küskünlükten, ruhsal çökkünlüğe engellenmeye yol açan durumu ortadan kaldırmaya yönelik davranışlara dek, bir dizi tepki gösterebilir. Her engellenme saldırganlığa yol açmadığı gibi saldırganlığın tamamı da engellenmeden doğmaz. Kimi insanlar örneğin boksörler, futbolcular, birçok nedene ve uyarana bağlı olarak saldırgan davranışlar gösterebilirler. Engellenmenin hangi durumlarda saldırganlığa yol açtığıyla ilgili çalışmalarda engellenmeyi yaratan etkenin bunu belirlediği saptanmıştır. Engellenme yaratan etken, sadece yoğun olduğu zaman saldırganlığa yol açmaktadır. Engellenme hafif veya orta derecede olduğunda ise, saldırganlığı arttırmayabilir. Ayrıca engellenme, hakedilmiş ve doğal olarak görüldüğünde değil de, keyfi veya haksız olarak görüldüğünde saldırganlığı arttırmaktadır.

2) Doğrudan provake edilme: Araştırmalarda elde edilen bulgulara göre, fiziksel kötüye-kullanım ve alay, insanlarda saldırgan davranışları arttırmaktadır. Birkez saldırganlık ortaya çıktı mı bu öngörülemez bir şekilde artarak sürebilmektedir. Bunun sonucundan hafif sözel dalga geçmeler veya bakışlar bile süreci başlatarak daha şiddetli provake edici davranışlara ve artan şiddet tepkilerine yol açabilmektedirler.

3) Saldırganlık gösteren örneklere maruz kalma: Filmlerde ve televizyon programlarında, radyo, gazete, fotoğraf gibi kitle iletişim araçlarında yeralan şiddet ögelerinin etkileri, toplumun saldırganlık konusunda en fazla duyarlı olduğu alanlardan birisidir. Bu konuda çok çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Televizyondaki şiddetle saldırganlık arasında bağlantı, artık bilinen ve kabul edilen bir saptamadır. Çocukların televizyonda izledikleri şiddet içeren filmler arttıkça akranlarına karşı daha saldırgan oldukları bulunmuştur. İlişkinin şiddeti, izleme zamanı ile orantılı olarak artmaktadır. Görsel olarak şiddete maruz kalmanın en önemli etkisi, çocuklar üzerinedir. Küçük çocuklar şiddet uyguladıklarında kurbanın acı çekmesine aldırmadan yaptıkları şeyi sürdürebilirler diğer yandan büyük çocuklar ve yetişkinler kurbanın çektiği acıdan etkilenerek durabilirler. Yine çeşitli yaşlardaki çocuklarla yapılan bir deneyde şiddet ögesi içeren bir filmin başı gösterildikten sonra çocuklara film için bir final seçmeleri söylendiğinde küçük çocukların saldırgan sonlar, büyük çocukların ise şiddet içermeyen sonlar seçtikleri görülmüştür. Bu da şiddeti algılayış ve değerlendirişin duygusal ve bilişsel olgunlukla ilgili olduğunu düşündürmektedir.

Filmlerdeki ve televizyondaki şiddetin çocukları etkileme şekli ve süreci ile ilgili üç tür mekanizma ve etkiden söz edilmektedir: a) Gözlemsel öğrenme: Bireyler medyada gördükleri şiddet olayları ile daha önce davranış dağarcıklarında olmayan insanlara zarar vermenin ve şiddetin yeni yeni usullerini öğrenerek davranış dağarcıklarına katmaktadırlar. b) Kontrolün kaybolması: Saldırgan davranış ve eylemleri izleyenlerin saldırganlık ve siddete karşı olan engelleyici kontrol mekanizmaları gevşemektedir. c) Duyarsızlaşma: İzleyicilerin saldırgan davranışlar ve onun kurbanlarda yarattığı sonuçlarına karşı olan duygusal tepkileri azalmaktadır. Çünkü şiddet görüntüleri olağanlaşarak ve kanıksanarak, sanki gerçek değillermiş gibi algılanmakta ve zaten görüntüler asla gerçeğin yerini tutmamakta, şiddet medyaya olanca çıplaklığıyla yansıyamamakta, adeta tül bir perde altına alınmaktadır. Sonuç olarak kişi artık bu olaylara duygusal bir tepki gösterse bile bu çok az olmaktadır.

Saldırgan davranışın toplumsal belirleyicileri
Şiddetin ve saldırganlığın, tekil bireysel özelliklerin ötesinde, toplumsal ve siyasi birtakım belirleyicileri olduğu da ileri sürülmketedir. Bu konularda kimi zaman birbirleriyle çelişen birçok teori ortaya atılmakta ve açıklamalar yapılmaktadır. Bunlardan en belli başlı olanlarına kısaca temas edecek olursak, şunları söyleyebiliriz:

Değişik toplumlarda ve toplumların değişik katmanlarında saldırgan davranışların ve şiddet olaylarının değişen sıklıkta olması toplumsal etkenlerin saldırganlığı etkilediğini düşündürmektedir. Bunu açıklayabilmek çok çeşitli varsayımlar üretilmiştir ancak sorunun tek ve tatmin edici bir cevabı olmadığı açıktır. Toplumsal şiddetin bugüne kadar üzerinde en çok durulan belirleyeni, ekonomik yoksunluk ve toplumsal huzursuluğa verilen tepkilerdir. Araştırmacılar, ilk başta insanlara uygulanan baskı ile toplumun ona verdiği tepkinin belirli oranlarda arttığını, ancak baskı belirli bir yüksek düzeye eriştikten itibaren şiddet tepkisinin azalmaya, ama baskı dayanılmaz bir hale geldiğinde ise, bu kez tam tersine şiddet tepkisinin de baskıyla birlikte artmaya başladığını saptamışlardır. Siyasi şiddet üzerine çalışan bazı araştırmacılar, toplumdaki ayaklanma ve kargaşaya yol açan siyasi şiddeti, daha çok toplumsal ve siyasi alanlarda uzun süreli bir gelişmenin ve ilerlemenin ardından yaşanan kısa bunalım dönemlerine ve bu dönemlerde ihtiyaçların tatmin edilememesine bağlama eğiliminde olmuşlardır.

Landau tarafında ortaya atılan bir varsayıma göre, saldırganlık, toplumsal destek sistemlerinin yetersiz olduğu veya tamamıyla çöktüğü toplumlarda artar. Enflasyon hızı ve evlenme ve boşanma hızları arasındaki oranları toplumsal ve ailevi stresin bir ölçüsü olarak kullanan Landau 1960 ve 1970'li yıllarda çalıştığı 12 ülkeden 11'inde bu toplumsal ve ailevi bozukluk göstergeleriyle şiddet suçu oranları arasında anlamlı bir bağlantı bulmuştur. Bu araştırmada aradaki bağlantının gösterilemediği tek istisnai ülke Japonya olmuştur. Landau, bunu Japonya'da aile dışındada çok güçlü davranışsal kontrol sistemlerinin (örneğin okul, işyeri gibi) olmasıyla açıklamıştır. Japon kültürünün toplumsal normların çiğnenmesinin çok güçlü utanç duyguları doğurmasını da ek bir etken olarak belirlemiştir. Bu nedenle Japonya'da toplumsal ve ailevi işlev bozukluğu ile intiharların bağlantılı olarak yükselmesini de buna bağlamıştır.

Bir grup sosyolog, sanılanın aksine, kimi zaman saldırganlık da içeren çatışmaların, önceden iletişimi olmayan grupların, bir biçimde birbirleriyle iletişim kurmalarına ve sosyalleşmelerine imkan sağlaması üzerinde durmuşlar; çatışmaların grubun bütünleşmesi, yeni değerlerin oluşması, gerilimlerin azaltılması, yeni dengelerin kurulması, toplum içinde sağlam emniyet subaplarının meydana getirilmesi açılarından da ele alınmasını önermişlerdir. Bu sosyologlara göre, şiddetten ziyade, toplum yapısının katılığı, düşmanlıkları biriktirmesi ve çatışma başladığında tek bir bölünme çizgisinde yoğunlaşmasına neden olması yüzünden yapının dengesini daha çok tehdit etmektedir. Daha çok sistem üzerinde duran bazı sosyologlar ise, bir sosyal sistem içinde kişilerin gelir, eğitim, etki, iktidar ve mesleki itibar gibi değişik konumlarda tutarsız ve uyumsuz olmaları halinde, daha fazla şiddete başvuracaklarını, sosyal yaşamın sınırlı ve konum farklılıklarının az olduğu toplumların bu yüzden daha istikrarlı kaldıklarını söylemektedirler.

Bugüne dek yapılan çalışmaların çoğunda şiddet ve saldırganlıkla ilgili eylemleri ve suçları daha çok 15-30 yaş arasında, erkek, fakir, şehirli nüfustan, ülkede etnik veya toplumsal olarak düşük bir gruba mensup bireylerin gerçekleştirdiği bulunmuştur. Bunun toplumlar arasında pek değişmeyen bir bulgu olması, kültürel ve alt-kültürel değerlerin şiddet üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Bu etkenler bireysel özelliklerle birarada işleyerek etkili olabilmektedir.

Saldırganlıkla ilgili bir diğer önemli toplumsal bulgu, göreceli olarak şiddetten uzak gençlerin kalabalık içinde veya gençlik çetelerinde saldırgan davranışlar sergileyebilmeleridir. İnsanlar ait oldukları topluluktan farklı görünmekten hoşlanmazlar. Daha da ötesi, insan bir gruba katıldığında bireysel özelliklerinden bir miktar uzaklaşmış ve daha insani özelliklerini yitirmiş bir hale gelip davranışları stereotipleşip tanınmaz hale gelebilir. İnsanın kendisinden farklı insanlardan hoşlanmaması ve onlara şüpheyle bakması eğilimi grup şiddetini arttıran önemli bir nedendir. Bu durum, Japonya gibi homojen toplumlarda Amerika gibi hetorojen toplumlara göre şiddetin neden daha az olduğunu açıklar. Yine kalabalık içinde kişi bireyselliğini yitirir, davranışlarından daha az sorumlu hale gelir. Anonimlik yalnız halimize göre saldırganlığımızı daha rahat göstermemizi sağlar.

Saldırganlık davranışında çevresel belirleyiciler
1) Hava kirliliği: Kimyasal ve endüstriyel ürünler tarafından üretilen kötü kokulara maruz kalma, bireylerin uyarılabilirliliklerini arttırarak saldırganlığın ortaya çıkmasına yol açabilir. Ancak bu etkinin bir noktaya kadar geçerli olabileceği kabul edilmelidir. Eğer ortaya çıkan koku gerçekten çok berbatsa, muhtemelen o ortamdan uzaklaşmak birincil mesele haline geldiği için saldırganlığı azaltan bir etki bile gösterebilir.

2) Gürültü: Birkaç çalışmada yüksek ve rahatsız edici derecede gürültüye ve sese maruz kalmış insanların böyle bir durum yaşamayan insanlara göre daha fazla saldırganlık gösterdikleri bulunmuştur.

3) Kalabalık: Bazı çalışmalar, aşırı kalabalığın saldırganlık düzeyini yükseltebileceğini göstermiştir. Kalabalık diğer ortam belirleyenlerinin olumsuz olduğu durumlarda (örneğin engellenme, uyarılma ve sıkıntı hallerinde) saldırganlık patlamaları çıkmasını kolaylaştırmaktadır.

Sonuç
Şiddet ve saldırganlık konusunda buraya kadar anlatılanları toparlayacak olursak, özetle şunları söyleyebiliriz: Şiddet ve saldırganlığın her tarihi dönemde, herkes tarafından kabul edilen bir tanımını yapmak mümkün değildir. Böyle bir tanımlama, ancak üzerinde konuşulan toplumun önem verdiği değerler esas alınarak yapılabilir. Şiddet ve saldırganlık konusunda söylenmiş evrensel bir söz, belirlenmiş evrensel bir bilgi yoktur. Her toplumun kendine özgü şiddet sorunları vardır ve bu sorunlar, o toplumlara özgü normlar tarafından belirlenmektedirler. Bu tanım belirsizliğinin yanısıra, dikkat edilmesi gereken bir nokta da, şiddetin nedenleri ve belirleyicilerinin çok sayıda olmasının yaratmış olduğu sorunlardır. Şiddetin genel olarak birçok nedeni ve belirleyeni olduğu gibi, tek bir kişide, belirli bir zamanda görülen şiddetin bile birçok nedeni ve belirleyeni bulunabilmektedir. Bu durumda yapılması gereken, belli önyargılara saplanıp kalmak, belli çözüm yollarında körü körüne ısrar etmekten ziyade, bu konuda ileri sürülen birçok bilimsel görüşü ve farklı bakışı içerebilecek bir çok yönlülük ile soruna değişik biçimlerde yaklaşabilme esnekliğini gösterebilmektir

Saldırganlık teorileri
İçgüdüsel bir davranış olarak saldırganlık
Freud, teorisinin erken dönemlerinde tüm insan davranışlarının kökeninde Eros veya libidonun yani yaşam enerjisinin olduğunu öne sürmüştü. Ona göre saldırganlık da libidinal dürtülerin doyurulmasının engellenmesinden doğan ikincil bir tepkiydi. Sadece belli durumlarda uygun koşullarda ortaya çıkabilirdi, bu nedenle yaşamın kaçınılmaz bir parçası değildi. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın trajik günlerini takiben Freud, bu görüşü terkederek insan saldırganlığının Thanatos adını verdiği libidodadan farklı bir içgüdüden kaynaklandığını öne sürdü. Thanatos -ölüm içgüdüsü- yaşamın tahrib edilmesine ve sona erdirilmesine yönelik olarak insanın içinde bulunan bir enerjidir. Freud'a göre, saldırganlık da dahil olmak üzere, tüm insan davranışları Eros ve Thanatos arasındaki karmaşık ilişkiden ve gerilimden doğmaktadır. Ölüm içgüdüsü eğer kısıtlanamazsa kişinin kendini tahrip etmesiyle sonuçlanır. Bu nedenle ölüm içgüdüsünü kısıtlayabilmek amacıyla insanlar değişik savunma mekanizmalarına başvurular; bu savunma mekanizmalarıyla örneğin "yer değiştirme" savunmasıyla bu enerji dışarıya aktarılır ve böylece saldırganlık ortaya çıkar. Freud'un bakış açısına göre, saldırganlık birincil olarak kişinin kendisini tahrip etmeye yönelik ölüm içgüdüsünün diğer insanlara yönlendirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Saldırganlığın içgüdüsel olarak doğuştan insanda bulunduğunu savunan ünlü etholog Konrad Lorenz'e göre ise saldırganlık, tüm diğer organizmalarda da bulunan kavga etme içgüdüsünden kaynaklanır. Bu içgüdüyle ilgili enerji, değişen oranlarda her insanda üretilmektedir. Saldırganlığın ortaya çıkması, biriken bu enerjiye ve saldırganlık doğurucu uyaranın varlığına ve gücüne bağlıdır. Saldırganlık kaçınılmaz birşeydir ve zaman zaman kendiliğinden boşalabilir.

Erken dönemde kazanılmış bir davranış olarak saldırganlık
İnsanoğlu dünyaya geldiğinde belli bir verili kapasiteye sahiptir. Erken dönemlerden başlayarak bu kapasite yaşantılarla şekillenir. Hayvanlarda erken dönemde içinde bulunan ortamın, çevrenin saldırgan davranışlar kazanılmasında rolü olduğu çeşitli deneylerle gösterilmiştir. İnsanlarda çocuklukta ve bebeklikte kötü muameleye maruz kalmış ve istismar edilmişlerin yetişkin yaşamlarında kendilerinin de benzer davranışlar gösterdikleri bilinmektedir. Gördüğü her tür kötü muamelenin çocuklarda saldırgan davranışları arttırdığı, bunun da dış dünyaya olumsuz bakma ve yaklaşma nedeniyle olduğu sanılmaktadır. Çocuk, dış dünyadan sürekli tehdit beklentisi içinde olmakta, bu da aşırı uyarılabilir bir duruma yol açmaktadır. Bir kez belli bir davranış örüntüsü ve fizyolojik cevap yerleştikten sonra onun artık değişmesi de zorlaşmaktadır.

Özetle erken dönemde karşılaşılan saldırgan davranışların ve kötü muamelenin şu mekanizmalarla bireyi etkileyerek ilerde saldırganlığa eğilimli hale getirdiği düşünülmektedir:

1. Çevre, şiddet gösterek kötü model olmaktadır.
2. Pekiştirme yoluyla saldırgan davranış kazanılmaktadır.
3. Beyinde dürtüselliğe yol açabilecek nöroanatomik hasarlar gelişebilmektedir.
4. Çevrenin tehlikeli olduğuna dair bir inanç doğurarak çocuğun gerçekliği bozuk algılamasına yol açmaktadır.
5. Duyguları sözlerle değil eylemlerle ifade etme alışkanlığı kazanılmaktadır.

0 yorum: