İNSANLIK tarihiyle eşdeğer bir geçmişe sahip olan geleneksel biyoteknoloji, gerçekleşen bilimsel gelişmelerin güncel uygulamalara da yansımasıyla, son 20 yılın evrensel boyutlu en önemli teknolojisi halini aldı. Gıda, tarım, sağlık (tıp ve eczacılık), tekstil, kimya, madencilik, enerji, çevre, sosyal ve etik alanlarla doğrudan etkileşim halinde olan bu dal, uygulamayı da içine alan ve pek çok mesleki disiplinin bir arada çalışmasını gerektiren yaşamsal bir alan konumunda.
Biyoteknoloji, doğal kaynaklar giderek kısıtlanırken, mevsimsel, ekolojik ve diğer konular açısından herhangi bir kaynak kısıtı sorunu yaşamayan ender bir üretim şekli olarak yeni potansiyel kaynaklar yaratmakta bir kurtarıcı olarak algılandı. Bir canlıya genellikle farklı türlerden olmak üzere bir veya daha çok genin aktarımı ve eklenmesiyle elde edilen yeni canlı, “Genetiği Değiştirilmiş (modifiye) Organizma” (GDO) olarak tanımlanıyor. Bu uygulamalarla elde edilen ürüne ise “Genetik Olarak Değiştirilmiş (modifiye) Ürün” veya “transgenik organizma/ürün” adı veriliyor.
Transgenik ürünlerle ilgili değişimler üç temel grupta gerçekleştiriliyor:
Geniş aktarımlar; Bir canlı aleminden bir başkasına yapılan aktarımlar (örneğin bakteriden bitkiye).
Kapalı aktarımlar; Aynı canlı alemi içinde, bir türden diğerine (örneğin bir bitki türünden diğerine) yapılan aktarımlar.
Dönüştürme; Gen esasen söz konusu türde mevcut olmasına karşın, dizilimlerinin değiştirilerek belirli bir modele dönüştürülmesi çalışmaları (örneğin E.coli bakterisinden bu tarz değiştirmeyle geliştirilen artırılmış/yavaşlatılmış fonksiyonlara sahip yeni bir organizma).
Genetik olarak değiştirilmiş (transgenik) ürünlerin kültüre alındığı alanların 1996-2001 arasındaki dönemde 1.7 milyon hektardan 52.6 milyon hektara kadar genişlediği tahmin ediliyor. 2001 yılı tahminlerine göre;
* GD ürünlerin yetiştirildiği başlıca ülkelerin başında ABD (yüzde 68) geliyor. Onu Arjantin (yüzde 22), Kanada (yüzde 6) ve Çin (yüzde 3) izliyor.
* GD çeşitleri ise soya (yüzde 63), mısır (yüzde 19), pamuk (yüzde 13) ve kanola (yüzde 5) olmak üzere başlıca dört temel üründe yoğunlaşıyor.
2001/2002 yıllarında Endonezya ve Hindistan pamuk, Brezilya ise soya (herbisitlere tolerant) ekiminde GDO kullanmaya başladı.
İnsana ve hayvana yönelik ilaç, hormon ve aşı üretiminde de genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanlardan yararlanılıyor. (Örneğin kolera aşılarında patatesin kullanımı gibi.)
Tarımda ise son birkaç yıldır GDO tohumların üretimleri sürüyor. Genetik değiştirme çalışmaları halen mısır, pamuk, patates vb. ürünlerde zararlılara dayanıklılık; soya, pamuk, mısır, kolza, çeltik vb. ürünlerde yabani ot ilaçlarına dayanıklılık; patates, çeltik, mısırda viral bitki hastalıklarına dayanıklılık; ayçiçeği, soya, yerfıstığı vb. ürünlerde bitkisel yağ kalitesinin artırılması; domates, çilek vb. ürünlerde olgunlaşmanın geciktirilmesi (raf ömrünün uzatılması), domateste aromanın artırılmasına yönelik olarak kullanılıyor. Ayrıca genetik değiştirme çalışmaları ineklerde süt üretimini yüzde 10-15 oranında artıran bir doğal hormonun bir formunu üretmekte, yüzde 60 daha sert peynir yapımını sağlayacak peynir mayası için gıda enzimlerinin üretiminde, besin değeri yüksek gıda üretimi (örneğin A vitamini ve demir içeriği yüksek çeltik üretiminde) gibi alanlarda da sürdürülüyor. Genetiği değiştirilmiş hayvanların gıda amaçlı kullanımında, et verimlerinin arttırılması (balık dışında), büyüme hormonu üretimini teşvik eden genin aktarımı, koyunların yün verimini artırmak üzere “keratin geni” kullanımı gibi konular üzerinde çalışılıyor.
Ayrıca sazan, kedi balığı, somon, kiremit balığı başta olmak üzere yaklaşık 20 çeşit balıkta büyüme artışı ya da soğuk koşullara dayanıklılığı artışı sağlayan genlerin aktarımı çalışmaları yapılıyor.
Boyutları tahmin edilemeyen riskler
Bugün bitkisel (mera, otlak ve ormanlar), hayvansal (balık ve diğer su ürünleri) ve bakteriler, mayalar, küfler, mantarlar, toprak canlıları, tozlaşmayı teşvik edenler ve kemirgenleri de içinde alan gıda ve tarım amaçlı genetik kaynaklar yaşamın sürdürülebilirliği açısından çok büyük önem taşıyor.
Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) veya ürün tekniğinde biyolojik yapıya (organele) ait bir transferin (aktarma) gerçekleştirilmesi söz konusu. Böylece gelecek nesillerde henüz bütün boyutlarıyla bilinmeyen bir yansımadan da söz edilebiliyor.
Günümüzde biyoteknoloji ve genetik mühendisliği alanlarındaki çalışmaların ortaklaşması ve GDO üretiminin ticari boyutlarda hızla artan uygulamaya aktarılmasına bağlı olarak biyolojik zenginliğin güvenliği (biyogüvenlik) ile insan ve diğer canlıların sağlığına ilişkin kaygılar gündeme geldi.
Ayrıca tüketici ve ürün güvence risklerinin boyutlarını, ek olarak da daha ürkütücü gerçeklikleri zorluyor. GDO’ların insan ve hayvan sağlığı, biyolojik çeşitlilik ve çevre üzerinde oluşturduğu risklerin yanında sosyo-ekonomik yapı üzerinde de çeşiti riskleri bulunuyor.
GDO’ların insan ve hayvan sağlığı üzerinde,
* Antibiyotiklere dayanıklılık,
* Transfer edilen genlerin insan veya hayvan bünyesindeki bakterilerle birleşme ihtimali,
* Olası toksik etkiler ve alerjik etkileri bulunuyor.
Genetiği değiştirilmiş ürünlerin sağlık üzerinde, özellikle uzun dönemde yaratabilecekleri etkiler üzerinde henüz tam bir bilgi bulunmuyor. Bu nedenle GDO’ların sağlık açısından riskleri göz önüne alınarak etiketleme yoluyla tüketicilerin bilgi edinme hakkı ve seçme hakkının sağlanması gerekiyor.
GDO’ların yetiştirildiği bölgelerden rüzgar, su, arılar vb. etkilerle meydana gelen gen kaçışları başka türleri de etkileyerek biyolojik çeşitlilik kaybı ve ekolojik fakirleşmeye yönelik zararlara yol açabiliyor; toprak mikroorganizma yapısını etkileyebiliyor ve zararlıları etkisiz kılmak için aktarılmış Bt’li çeşitlerin hedef olmayan diğer yararlı kuş, böcek vb. türleri etkilemesine neden olabilir. Virüs kaynaklı genlerin dayanıklılık geninin diğer (istenmeyen) virüslere transfer etme ihtimali de bulunuyor. FAO’nun Biyolojik Çeşitlilik Uzlaşma Komitesi bünyesindeki ilgili tarafların kararlarında “Tarımsal açıdan oluşabilecek biyoçeşitliliğin gelecekte özgün doğal yapıyı çok etkileyebileceği,” açıklanıyor.
Gen kaçışlarının insanlar arasındaki etkileşimi ise halen çok iyi bilinmiyor. Eğer bir kez gen kaçışı başlamışsa değişmiş materyalin genetiği değiştirilmemiş popülasyonlara bulaşması ileriki nesillere de aktarılacağından önlenemez hale geliyor.
Bu sonucun, genetiği değiştirilmiş veya değiştirilmemiş popülasyonlar arasında da gelişerek, ileriki nesillerde devam edecek çapraz bulaşıyla döllenmelerle, verimlilik de yüksek olduğundan daha hızlı yaygınlaşmaya yol açmasından endişe duyuluyor. Böylece hasarlı olan türevler de dahil olmak üzere aynı şekilde yayılarak, orjinal çeşitler tamamen yitirilecek. Bu durum özellikle gelişmekte olan ülkelerde en çok dikkat edilmesi gereken noktaların başında geliyor.
Modern biyoteknoloji özellikle genetiği değiştirilmiş bitkilerle ülkelerin geleneksel tarım ekonomilerini derinden etkileyebilecek bir noktaya geldi. Bugün Türkiye’ye ithal edilen mısır, soya gibi ürünlerde GDO kuşkusu yaşanan, Türkiye’de birkaç yıl içinde genetiği değiştirilmiş hayvanlar konusu gündeme gelecek.
Biyoçeşitliliği korumak ve sürdürülebilirliğini sağlamak zorundayız. GDO uygulamalarının gelişmiş ülkelerde çiftçilik ve pazarlama düzeyinde yaygınlaşması, gelişmemiş ve üçüncü dünya ülkelerinde tüketim düzeyinde büyük sorunlar yaratabiliyor. Bu nedenle tüketiciyi uyarma ve bilgilendirme zorunluluğunun yanında yerel çeşitlerin sürdürülebilirliğinin sağlanması da çok önem kazanıyor. Biyoçeşitlilik bugün çeşitli bakış açılarıyla tarımsal, sosyal, ekolojik, etik, tıbbi ve hukuksal yansımalarıyla çok boyutlu tartışma ve ortaklaşmaları kapsıyor. Örneğin, genetiği değiştirilmiş kısır tohumlar tarımda sürekli bir dışa bağımlılık ve yüksek tohumluk fiyatlarının ödenmesi zorunluluğu gibi sakıncaları beraberinde getiriyor. Ayrıca üretimde yatay gen kaçışlarından doğabilecek hukuksal sorunlar da (patent vb) GDO’ların sosyo ekonomik yapı üzerindeki olası risklerini ortaya koyuyor.
Gen aktarımının çevresel yayılımı sonucunda hedef bitki ile sınırlı olmadığı biliniyor. Komşu çiftlikler vasıtasıyla gelişebilecek, ekosistem ve tarımsal karakteristiklerin değişimlerine yönelen ve doğal kıtlık veya felaketlere varabilen sonuçlar doğurabileceği ileri sürülüyor. Konuyla ilgili tartışmalar henüz açıklık kazanmadığından genetik değişim açısından bunun ne kadar sürede “tehlike” sınırında olabileceği konusunda kesin bilgiler verilemiyor.
Öte yandan bazı genetiği değiştirilmiş bitki zararlıları ve hayvan virüslerinin barışçı olmayan amaçlarla kullanılma ihtimali de gözardı edilmemesi gereken bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor.
Bugün genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvansal ürünler doğrudan kullanılmakla birlikte, genetiği değiştirilmiş mikroorganizmalar (bakteriler, maya, küler) ekmek, bira, peynir, bağcılık ürünleri vb. çeşitli üretimlerde, enzim üretmek veya gıda katkı maddesi olarak aminoasit elde etmek için kullanılıyor.
Avrupa Birliği yönetmelikleri herhangi bir gıda ürününün “geleneksel” benzerinden farklılaştığı anda, transgenik kökenli olduğunun etiketlenmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Dünya Çevre Koruma Ajansı (EPA) gıda güvenliği açısından biyogenetik dönüşüm ürünlerine karşı tüketicilerin korunmasına özel önem verilmesi gerektiği belirtirken, Amerikan Tıp Birliği bu ürünlerin etiketlenmesinin zorunlu olmasını ve genetiği değiştirilmiş gıdaların tüketici güvenliğinin henüz açık olmadığının deklare edilmesi gereğini savunuyor.
Türkiye’de ise, AB ülkelerinin de aralarında bulunduğu 100 ülkeyle birlikte imzaladığı Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nin gereğini yerine getirmek amacıyla ve TÜBA ile TÜBİTAK’ın oluşturduğu “Biyoteknoloji/Gen Mühendisliği Çalışmalarında Düzenleyici Kuralların Belirlenmesi konulu çalışma grubunun önerisiyle kurulan Ulusal Biyogüvenlik Komitesi, halen ulusal biyogüvenlik mevzuatlarının AB mevzuatları ile uyumlulaştırılarak yürürlüğe girmesi yolunda Acil Eylem Planı hazırlık çalışmalarını sürdürüyor.
Henüz her türlü GDO analizi ve biyoteknoloji ve biyogüvenlik risk değerlendirmesi araştırmaları için gerekli laboratuar altyapı çalışmaları ise devam ediyor. Gerek tüketicinin korunması, gerekse biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliği için mevcut yasal yapılanma güncel gereksinimlere göre yeniden düzenlenmeli, sağlık, turizm, endüstriyel ve sosyal güvence açısından uluslararası modeller esas alınarak özgün kontrol mekanizması ve laboratuvarlar geliştirilmeli, yetişmiş eleman ve alt yapı girişimleri sağlanmalı, konuyla ilgili ulusal politikalar geliştirilmeli ve kararlılıkla izlenmeli. Bugün genetiği değiştirilmiş pamuk, mısır ve patates için Tarım Araştırma Enstitüleri’nde alan denemeleri yapılmasına izin verilen Türkiye’ye, genetiği değiştirilmiş tohum girişi kanunla yasaklanmış durumda. Ancak ithalatçı firmalardan herhangi bir yasal belge istenmeyip beyana dayalı ithalat yapılması ve bu tohumların girişinde herhangi bir denetim olmaması nedeniyle özellikle Arjantin ve Amerika’dan gelen mısır ve soya ürünlerine şüpheli yaklaşılıyor. Biyogüvenlik konusunda herhangi bir norm, kural, yönetmelik bulunmayışı ve mevcut yasal boşluk Türkiye’de çok önemli bir sorun olmaya devam ediyor.
* Hindistan ve Çin’de yapılan araştırmalar: Bt gen transfer çalışmalarının pirinçte verimliliği azaltmasına karşın, parazitlere dayanıklılığı arttırdığını, pamuk ve pirinç tarımında kimyasal kullanımını azalttığını ancak, pirincin A vitamini sentezlemesini azalttığından tüketicilerde “Beri beri” (gece körlüğü) vak’alarının hızla arttığını göstermiştir.
23 Aralık 2007 Pazar
GDO SAĞLIK
Gönderen admin zaman: 05:41
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder