Günümüz insanlarının beslenme alışkanlıkları, tıpkı görgü ve adap kurallarından uzaktaki bir yaşam misali, sağlığımızı tehdit eden sayısız tehlikelerle dolu. (Yıkılan geleneklerden, korku ve endişelerle dolu bağnaz düşüncelerden uzaklaşmakla, yaşamın güzellik içinde yaşanabilmesi için gereken kimi ilke ve davranış biçimlerini umursamazlıktan gelmek arasındaki farkı ayıramıyor gibiyiz) Elbette ki gelişip ilerleyebilmek için, eskilerin değişime uğraması, korkuların bir neticesi olan bağnaz düşüncelerin ortadan kalkması gerekir, fakat, eski bir binayı yenilemenin tek yolu onu tamamıyla yıkmak mıdır? Onca emeği bir anda yok edip, oraya akıtılan bilgileri devralmaksınız giriştiğimiz işlerde, sınırsız yanılma tehlikesi ile karşılaşmıyor muyuz? Hata yaparak öğreniyor ve doğruyu en nihayetinde buluyor olmamız bu sınırlı ömrümüzün günlerine sığdıramayacağımız kadar geniş bir bilginin varlığını inkar etmemiz için bir sebep değil.
Hani büyük sözü dinlemenin insanı gereksiz tehlikelerden koruyacağı gibi... Ama bizler nasihatlerin kısıtlayıcı etkisinden kurtulmak üzere, tıpkı binaları yıktığımız gibi kulaklarımızı eskilerin sözlerine tamamen kapatmışız sanki. Oysa körü körüm ardından gitmekle, faydalı olanı yakalayıp endişe ve korkulara dair olanları geri çevirme özürlüğüne sahip değil miyiz? Böylelikle hem tecrübesi olanın bilgisi değerlenmiş, hem de o bilgiyi alanın kapandığı vakitte üzerine yeni bilgiler, daha gelişmiş düşünceler eklemesi için fırsat doğmuş olmuyormuş. İşte tüm bunların ışığında, beslenme alışkanlıklarımıza baktığımızda, eskilerin özenle itina ile hazırladığı o yemekleri, mevsiminde çıkan olgunlaşmış meyve ve sebzelerin gerçek tadını önlemekle beraber, süper-hiper marketlerin reyonlarında sergilenen parlak renkteki ambalajlı ürünleri almaktan da kendimizi alıkoyamadığımızı fark ediyoruz. Oysa ne eskileri terk etmek, ne de yenileri tamamıyla yararlı görmek gibi bir zorunluluğumuz yok!.. Eskilerin bugüne uygun düşmeyen alışkanlıklarını kendi içimizde düşünüp bilimin ortay a koyduğu araştırma sonuçlarında tarttığımız vakit, kendi doğrularımızı bulamamamız için bir sebep de yok aslında! Mesela, proteinin asıl kaynağı kabul edilen et ve et ürünlerinin, vücudumuzun protein ihtiyacını gidermedeki zaruri yegane besin kaynağı olmadığını ispatlamış durumdadır bilim adamları. Aynı protein ihtiyacının mercimek, soya fasulyesi, hatta kabuklu pirinç ve kepeği ayrışmamış buğdaydan alınabileceği ileri sürülmektedir. Yahut bol bol yemek yemenin gerekli olduğu inancı da, eskilerde kalan bir tuhaf korku artık; fazlası olsun da eksik kalmasın gibi endişelerin bir esintisi adeta... Bugün artık dünyanın muhtelif yerlerin de yaşayan insanların, kendi bölgelerindeki iklim koşullarında yetişen bitkilerle, sebze ve meyveleri beslendiklerini ve her bölgede her besin maddesinin bulunmayışı dolayısıyla kimsenin daha sağlıksız koşullarda yaşamadığını hepimiz biliyoruz. Buz Kutbundaki Eskimo' lar yalnızca balık yiyerek geçiriyor yaşamlarını; Hindistan' ın birçok kesiminde yüzyıllardır et yenmiyor; Sibirya' da sebze ve meyve namına yenecek pek az besin olmasına karşın bütün bu ülkelerdeki insanlar da bizim gibi hayattalar hala... ...
Suni gıdaları, kimyevi katkı maddeler içeren hazır besinleri yedikçe, örneğin rafine şekerin dilimizdeki tat duyusunu köreltmesi gibi, gerçek olan birçok duyumu alamaz hale geliyoruz. Şeker tat alma duyumuzu körelttikçe de daha güçlü tatlar, daha sekerli tatlılar yeme ihtiyacı doğduğunu belirten uzmanlar, tıpkı diğer bağımlılık yapıcı maddeler gibi şekerin de uzun vadede bağımlılık yaptığım ileri sürüyorlar. Bizi teselli ettiği sanısına kapıldığımız alkol, sigara ve benzeri maddelerin uyuşturucu tesiri, yalnızca bir müddet rahatlamış ve normal şartlar altında, duyumsayamadığımız öğürlüğü tatmamızı sağlıyorlar.
Aynı şekilde şeker de, vücuda girdikten ince bağırsaklarda alkol ve glikol olarak ayrıştıktan sonra, eğer yüksek miktarlarda alınmış ise, uyuşturucu maddelerden farkı kalmıyor. Alkol ile birlikte karaciğerin yolunu tutan glikozun fazlası da, karaciğerde depolanamayınca kana karışıyor. Yahut yağ bezeleri haline getirilerek özellikle de mide ve kalça basen olmak üzere vücudun muhtelif yerlerindeki dokularında yığılmaya başlıyor.
Şeker aslında vücudumuzun beyinsel faaliyetleri için gerekli bir madde; dolayısıyla, sekeri bir beslenmenin düşünülmesi hatalı bir yaklaşım. Fakat sakarin veya rafine edilmiş şeker, ince bağırsaklarda açılıma uğradığı vakit, ne bir vitamin ne bir mineral, mide lifli maddeleri ihtiva etmediği için, vücudu aşırı uyarıp kısa bir müddet boyunca yoğun bir faaliyete sevk ediyor, Hemen akabinde ise, bu süratli çıkışın aksi yönündeki iniş gerçekleşiyor. Aynı uyuşturucu maddeler gibi, bir anlık bir etki bırakmaktan öte hiçbir faydaya yol açmıyor. Vücudun gerçek ihtiyacını giderebilecek şeker maddesi ise sindirilme aşamasının ikinci evresinde açığa çıkan karbonhidratlarda saklı. Ağır fakat emniyetli biçimde kendisini salıveren karbonhidrattaki şeker, uzun müddet etkisini göstererek birçok bedensel işlemin tamamlanmasına yardımcı oluyor.
Kaldı ki, karbonhidrattan açığa çıkan şeker, metabolizmadaki B vitaminini gereksiz yere aşırmıyor; zira bilimin iyiden iyiye teşhis ettiği bir konu da, bu B vitaminleri ile ilgili...
23 Aralık 2007 Pazar
ŞEKER
Gönderen admin zaman: 05:02
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder