kulak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kulak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2008 Pazartesi

Kulak, burun, boğaz ve göz

Kulak - Burun - Boğaz ve Göz İçin Şifalı Bitkiler

Bu sistemde görülen hastalıkların çoğu mukoza problemlerinden kaynaklandığına göre, genelde yangılanmalar ve enfeksiyonlarla ilgilenmek gerekiyor. Bu durumlara uygun özel bitkiler bellidir, ama bu tür hastalıkların, bedenin tümüyle birlikte tedavi edilmesi gereği unutulmamalıdır. Yangılanmalarda (ağdalı sıvı üreten mukoza iltihapları), mukozayı sıkıştırıcı, büzüştürücü, yani sağlamlaştırıcı bitkiler (tanen içerikli) ve yangılanmaya karşı etkili bitkiler kullanılır. Kolayca uçabilen yağları fazlasıyla içeren bitkiler de bu alanda başarıyla kullanılabilir. Ayrıca, hastalıkta bakterilerin de pay sahibi olduğu düşünülerek, bakteri önleyici (öldürücü) bitkilerin de unutulmaması gerekir. Savunma ve temizlik işlevinde lenf sistemine gereken yardımın, kan temizleyici bitkilerden alınabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.

Özellikle bu sistemde kullanılabilecek bitkiler sırasıyla: Gözotu, hatmi yaprağı, ebegümeci, ökaliptus yaprağı, beşparmakotu, altınbaşak, kavak tomurcuğu, mürver çiçeği, nane, adaçayı, zufaotu. Ayrıca, enfeksiyon hastalıklarına karşı bedenin savunma ve bağışıklık sistemlerini güçlendiren echinacea preparatları mutlaka kullanılmalıdır. Eczanelerden temin edilebilir.

Kulak

Kulakların görevinin duymak olduğunu biliyoruz, ama bu görevin yanı sıra onlar, bedenin tüm hareketlerinde kurulması gereken denge hakkında gereken sinyalleri de beyine gönderirler. Bu çok yönlü işlevleri olağanüstü bir şaşmazlıkla gerçekleştiren içkulağın yapısı bir estetik şaheseridir. Ama içkulağın problemleri bu kitabın kapsadığı alanların dışında kalıyor. Biz burada daha çok, evde tedavi edilebilecek yangılar ve enfeksiyonlarla ilgileneceğiz.

Enfeksiyonlar

Ortakulak iltihapları genellikle boğazda başlar ve östaki borusu yoluyla yayılır. En önemli bakteri önleyici ve yangıları tedavi edici bitkiler, yalancı eğir kökü, sarmısak, papatya ve echinacea’dır. Echinacea preparatları eczanelerden temin edilebilir ve genel anlamda enfeksiyonlara karşı kullanılabilir. Kuzey Amerika kökenli bu bitki ülkemizde tanınmaz.

Lenf sistemini güçlendirici olarak, yoğurtotu, aynısafa ve koçboynuzu, yangıları iyileştirici ve mukoza güçlendirici olarak, altınbaşak ve mürver çiçeği kullanılır. Tedaviye uygun olan bu bitkiler ince kıyılıp eşit oranda karıştırılır ve günde 2-3 bardak çay, tatlandırılmadan içilir.

Demleme biçimi: 1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür.

Bu içten tedavi genelde çok etkilidir, ama kulak ağrısında dıştan tedavi kaçınılmazdır. Kulak ağrısı özellikle çocuklarda çok acı verici olabilir.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Alerji Belirtileri Nelerdir

Alerjik tepkimeler alerjik madde ile ilk temasta değil de daha sonraki temaslarda ortaya çıkar. Bunun nedeni vücudun herhangi bir şeye karşı alerjik olabilmesi için o şeye duyarlılık geliştirmek zorunda olmasıdır.

Alerjik tepkimeler birçok farklı semptom ortaya çıkarır ve insanları farklı yönlerden etkiler. En yaygın semptomlardan bazıları şunlardır:

• Aksırma,

• Hırıltıyla soluma,

• Sinüs ağrısı (burnun yukarı kısmında, göz çevresinde ve kafatasının ön tarafında ağrı veya baskı hissi)

• Burun akıntısı,

• Öksürme,

• İsilik / kurdeşen,

• Şişlik,

• Göz, kulak, dudak, boğaz ve damak (ağız yuvası) kaşıntısı,

• Nefes darlığı ve

• Bulantı, kusma ve ishal

Bu semptomlara alerjiden başka durumların da neden olabileceğini ve bu semptomlardan bazılarının kendi başlarına hastalık olabileceklerini unutmamak gerekir.

Neyiniz olduğundan emin olmadığınız hallerde doktorunuzdan tavsiye isteyiniz.

13 Ocak 2008 Pazar

YAŞAMLA ÖLÜM ARASINDA BİR ALAN : YOĞUN BAKIM

SAĞLIK/GÜNCEL: Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 02-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Uzmanlık eğitimini aldığım üniversite hastanesinin beşinci katının sonunda yer alan kapalı kapıların ardında yer alan yoğun bakım beni hem kendine çeken, hem de ürküten gizemli bir yerdi. Orada “gerçek” sağlık hizmetinin sunulacağını, hayatların mutlaka kurtulacağını ve eğitimim için çok yararlı olacağını düşünürdüm. Ancak uzmanlık eğitimimin başında, özellikle geceleri bu çok önemli sorumluluğu taşımak beni endişelendirirdi. Yoğun bakımda geçireceğim üç aylık sürenin üçüncü günü gün içinde yatırılan beş ağır hastanın beşini de 24 saat içinde kaybedince tedirginliğimin hiç de yersiz olmadığını anladım. Yoğun bakımdaki ilk ayımın sonunda Kızılay’a öğle tatili sırasında yolum düştüğünde, resmi dairelerden piyasa için yüyüşe çıkmış memurlara bakıp, aslında normal ve sağlıklı insanların yaşantısına ne kadar yabancılaştığımı fark ettim. Öte yandan bir çok mucize de bu ortamda gerçekleşiyordu: minicik bebekler 4 ay sonra evlerine gidiyor, sokakta aniden hayatını kaybedip yeniden canlandırılma uygulandıktan sonra yatırılan hastalar teşekkür edip evlerine yürüyerek dönüyor, durmuş olan organlar tek tek çalışmaya başlıyordu.

Bu hafta başkent Ankara 4. Ulusal Dahili ve Cerrahi Bilimler Yoğun Bakım Kongresine evsahipliği yapacak. Ağırlığı bir kilogramı bile bulmayan, erken doğan bebeklerden, yaşamanın sonuna yaklaşmış çözümsüz sağlık sorunları olan ileri yaşlı insanlara, büyük bir kaza veya ameliyat sonrası sağlığına kavuşturulmaya çalışan hastalardan, felç geçiren, enfeksiyon nedeniyle organları iflas noktasına gelmiş olan her yaştan insanın yatırıldığı özel alanlar yoğun bakımlar. Amaç önce onları hayatta tutmak, daha sonra sağlık sorunlarını gidermeye çalışmak, iflas eden organları desteklemek ve en basit ihtiyaçlarını bile yerine getiremeyen insanlara kusursuz bir hemşirelik hizmeti vermek. Çevresindeki elektronik monitörler, solunum ve böbrek makinaları yer alan, vücuduna değişik kateterler ve sondalar giren, başucunda sayısız serum ve ilaç bulunan, çoğu kez sargılar içinde bilinçsiz yatan bir yoğun bakım hastası her gün bu ortamda çalışan sağlık çalışanları için bile korkutucu olabiliyor. Yoğun bakım ortamları hasta güvenliği açısından da hastanelerin en riskli alanlarını oluşturuyorlar; en dirençli ve tehlikeli hastane enfeksiyonları gerekli önlemler alınmazsa hızla yayılıyor, karmaşık tıbbi tedavilerin olumsuz sonuçlanmaması için çok sıkı kurallara uyulması gerekiyor. Yoğun bakım hemşirelerine de hastaların akciğerine değişik maddelerin kaçmaması, yatak yarası açılmaması, enfeksiyonların önlenmesi için çok özenli bir bakım vermesi gerekiyor. Yoğun bakımlar hem yaşamımızın hem de yaşantımızın sonunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda.

Yoğun bakım kavramının nasıl geliştiğini öğrenebilmek için 1952 sonbaharına, Kopenhag’a geri dönmek gerekiyor. O yıl Kopenhag’da düzenlenen çocukfelci (polio) kongresinden sonra ortaya çıkan çocukfelci salgını yazın sonuna doğru çocukları tek tek yatağa düşürmeye başlamıştı. Çocukların önce harekeleri sağlayan kasları devre dışı kalıyor, daha sonra da solunumlarını sağlamaya çalışan kaslar etkileniyordu. Bu noktaya gelindiğinde artık o çocuk için yapılacak bir şey kalmıyordu. Zavallı çocuklar, uykudan aniden uyanırcasına irkiliyor ve bir parça oksijen alabilmek için inanılmaz bir gayret gösteriyorlardı. Küçücük çocukların saatler içinde yaşlandığını görebilmek mümkündü. Daha sonra renkleri bembeyaz oluyor, aşırı terleme başlıyor ve bir saat içinde solunumları duruyordu.

Kopenhag’daki Blegdam Hastanesi bu salgına çok hazırlıklı yakalanmamıştı. O dönemde solunumu duran hastalar için kullanılan çelik akciğer tipi bir adet büyük makina ile sadece göğüs kafesinin üzerine yerleştirilen altı küçük çelik akciğerleri vardı. Kayıtlar son on yılda sadece on çocukfelci olgusunun yatırıldığını gösteriyordu. Oysa Ağustos sonuna gelindiğinde hastaneye bir günde salgından etkilenen elli tane çocuk yatırılmaya başlandı. Çocukların neredeyse %80’i kaybediliyordu. Yeni çelik akciğerler bulmaya çalışmak çözüm olmayacaktı. Hastane başhekimi Dr. Lassen, bir çözüm oluşturabilmek amacıyla toplantılar düzenliyor ve değişik hekimlerle görüşüyordu. Anestezi bölümünden, daha çok teknik becerileri ile tanınan Dr. İbsen’le de konuşmaya karar verdi. Koğuştaki çocukları ve otopsi bulgularını izledikten sonra Dr. Lassen ve Dr. İbsen, kulak, burun ve boğaz hastalıkları uzmanı ile görüşerek yepyeni bir tedaviyi uygulamaya karar verdiler. İlk hastaları solunum yetmezliğinden morarmış olan Vicki adındaki bir kızdı. Kulak burun ve boğaz cerrahı Vicki’nin boğazında bir delik açtı, Dr. İbsen bu delikten bir tüp yerleştirdi ve bir torba aracılığıyla belirli aralıklarla Vicki’nin akciğerlerine hava pompaladı. Dakikalar içinde rengi ve durumu düzelen Vicki daha sonra tam olarak iyileşti.

Eylül’de Blegham Hastanesine gidenler gözlerine inanamadılar. Yetmişerli iki sıra halinde dizilmiş yatakların her birinde çocukfelcine yakalanmış felçli bir çocuk yatıyordu. Hepsinin boğazlarında bir delik (trakeostomi) ve içinde bir tüp vardı ve daha uzun bir tübün ucundaki plastik torbanın başında genç bir tıp öğrencisi oturuyordu. Bir kaç saniyede bir bu torbayı sıkarak hasta çocuğun akciğerlerine oksijen pompalıyordu. Tıp öğrencileri 6 saatte bir nöbet değiştiriyordu. 1500 tıp öğrencisi, 6 ay süreyle, 165.000 saatten uzun bir sürede o torbayı sıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu süreçten fiziksel ve psikolojik olarak çok etkilendiler. Ama bu süre içinde ümitsizlikten çok bir dayanışma ve hastalığa karşı direnme atmosferi hissettiklerini belirttiler. Bu çabalarının karşılığını da fazlasıyla gördüler; solunum yetmezliğine giren çocukların %80’i değil sadece %10’u kaybedildi.

Blegdam hastanesinde yaşananlar yardımlı solunum tedavisinin ve organ yetmezliği olan hastalara özel birimlerde, bire bir tedavi ve bakım verilmesi kavramının başlangıcı oldu ve kısa sürede “yoğun bakım birimlerine” dönüştü. Yoğun bakımların Avrupa kıtasında ve Amerika’da kısa sürede sayıları hızla arttı. Kalp cerrahisi veya kanser cerrahisi gibi büyük ameiyatlardan sonra, hastaların aşamalı olarak iyileşmelerine olanak veren bu birimler sayesinde daha zor ameliyatlar çok düşük ölüm oranları ile gerçekleştirilmeye başlandı. Günümüzde özelleşmiş altyapıları ve uzmanlaşmış çalışanları ile yoğun bakım birimleri yaşamla ölüm arasındaki sınırı korumaya devam ediyorlar.

UYANIŞLAR

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 9-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Viyana’dan başlayan bir salgın bir çok kişiyi etkilemişti. 1917’de birden bire başlayan bu salgın daha sonra başladığı gibi 1928’de aniden ortadan kayboldu. Salgın sıraında enfeksiyondan ve ilişkili sağlık sorunlarından yaklaşık 5 milyon kişi öldü. Beyin dokularında enfeksiyona neden olan bu hastalıktan (ansefalit letarjika) kurtulabilenlerde iz olarak bir çok nörolojik sorun geride kaldı. Bazı hastalar konuşma ve hareket yeteneklerini kaybedip sanki bir heykele dönüşüyorlardı. Enfeksiyonun akut döneminde bazı hastalar koma haline geçip o şekilde kalıyorlardı. Enfeksiyona hangi mikroorganizmanın neden olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atıldı. Bir görüşe göre, “ansefalit letarjika” adı verilen bu durum aslında, aynı yıllarda dünyayı kasıp kavuran İspanyol gribinin bir komplikasyonuydu. Hastalık ortaya çıktığında ne yapılırsa yapılsın hastayı denetim altında tutmak mümkün olmuyordu.



Aslen İngiltere doğumlu olan bir nörolog olan Dr. Oliver Sacks New York dışındaki Beth Abraham Hastanesine bağlı bir enstitü olan Mount Carmel’de çalışıyordu. Enstitüde beyin enfeksiyonu (ansefalit) sonucunde Pakinson hastalığına benzeyen sorunları olan tam 80 hastası vardı. Bu sorun onların her türlü davranışlarını etkiliyordu; adeta kitlenmiş gibiydiler. O dönemde Parkinson hastalarında mucize yaratan bir ilaç olan levodopa’yı bu hasta grubunda denemeye karar verdi. Tedavi sırasında hastalardaki gelişmeler ve kendi izlenimleri ile igili ayrıntılı kayıtlar tuttu. Bu kayıtlar çok uzun süre iç dünyalarında kilitlenmiş olan bu hastaların ilaca yanıt verdikleri zaman yaşadıkları deneyimin her zaman peri masalı niteliğinde olmadığını gösteriyor. Erkek hastalardan birisi tedaviye başlangıçta çok iyi yanıt verip, ilk 6 haftada hayatında kendini hiç bu kadar iyi hissetmediğini belirtmesine karşın, daha sonra ilacın çok küçük dozlarında bile çok şiddetli yan etkiler yaşamaya başladı. Başka bir hasta, yine başlangıçta çok olumlu bir klinik seyir gösterirken daha sonra birden saldırganlaşmaya başladı. Bir ayakkabı tamircisinde işe başlatılınca psikolojik sorunları giderilmiş oldu ve levodopa tedavisine devam etti. 1926 yılında henüz 21 yaşında bir genç kızken hastalığa yakalanan bir başka hasta, 1969’da uyandığında bu zaman farkına uyum sağlayamadı ve 1926’da yaşamaya devam etmeyi tercih etti, levodopaya yanıt vermemeye başladı.



Dr. Sacks hastalarına sadece ilacı dikkatli bir şekilde vermedi, aynı zamanda onlar hakkında kaygılandı. Sürekli destek sağladı ve ayrıntlı notlar aldı. Değişik sağlık sorunlarında kullanılan tedavilere verilen yanıtın son derece karmaşık olduğu; çevresel, psikolojik ve sosyal bir çok etkenin tedaviye verilen yanıtın önemli belirleyicileri olduğu Dr. Sacks’in tuttuğu ayrıntılı notlardan bir kez daha açık bir şekilde anlaşıldı. Başka bir deyişle “tedavi etmek” hastalara yeni bir ilaç vermekten ibaret değildi.



Dr. Sacks’in bu kayıtları sanat dünyasında da yansımalarını buldu. Anılarının yer aldığı “Uyanışlar”(Awakenings) adlı kitaptan yola çıkılarak aynı adı taşıyan bir film gerçekleştirildi. Penny Marshal’ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde Robert DeNiro ve Robin Willams önemli rolleri paylaştı.



Benzer bir olay bir hafta önce İngiltere’de yaşandı. 2001 yılında aniden komaya giren ve şu anda 23 yaşında olan bir genç kadına Kent şehrinde deneysel bir uyku ilacı olan Zolpidem verilmeye başlanınca uyanma belirtileri gözlendi. Artık kendisi nefes alabiliyor, kokusu belirgin olan besinlere karşı reaksiyon gösteriyor ve odasının içindeki eşyaları gözleri ile izleyebiliyor. Annesi ilacı aldığı zaman kızının hatlarının gevşediğini ve kendisi ile bir çeşit iletişim kurabildiklerini söylüyor. Doktorlar ise bu iyileşme süresinin yıllar sürebileceğini ve çok dikkatli bir desteğe gereksinim olduğunu söyleyerek ihtiyatlı davranıyorlar.



1994’de kamyon çarpması sonucu komaya giren Güney Afrikalı bisikletçinin bir daha kendine gelemeyeceği düşünülüyordu. Kazadan 5 yıl sonra, hastanın huzursuz olduğunu düşünen hemşireleri ona Zolpidem verdiler. Uykuya dalacağını düşünürken 25 dakika sonra aniden uyanan hasta “merhaba anne” dedi. Bu tarihten sonra ilaçla ilgili bir araştırma yürütülmesine karar verildi. Kent şehrindeki genç kadın, 360 araştrıma hastasından birisi. Daha önce Zolpidem verilen 200 hastanın büyük çoğunluğu “bitkisel hayat”ta olan bireyler, inme geçirmiş olan hastalar daha az sayıda. Bu hastaları % 60’ına bir çeşit olumlu yanıt alındığı söyleniyor. Umut tacirliği yapmamamk için son derece dikkatli bir şekilde yürütülen bu yeni klinik çalışma başlatılmış durumda. Özellikle ilaç üretici firma, bazı bildirilmlerin abartılı ve yanıltıcı olduğunu ve bu nedenle klinik çalışmanın sonuçlanması gerektiğini açıklıyorlar.


Dünyadaki binlerce hastanın yakınları Zolpidem çalışmasının sonuçlarını merakla ve sabırsızlıkla bekliyorlar. Ancak bu hastaların beyin fonksiyonlarını geri kazanmalarının “uykudan uyanmak” kadar basit bir olay olmayacağını biliyoruz. Nasıl bir süreç yaşanacağını ve eğer günün birinde uyanırlarsa gerekecek destekleri öğrenmek isteyenler “Uyanışlar”ı bir kez daha okuyabilir veya izleyebilirler

Gelecekteki Sağlık Durumunuzu mu Merak Ediyorsunuz? İdrar Tetkiki Yaptırın!

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 16-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

On yedinci yüzyılda kraliyet ailesinin bir üyesi rahatsızlandığı zaman, derdine deva bulması amacıyla çağrılan doktorun teşhis koymak için çok fazla aracı ve olanağı yoktu. O dönemde bir tansiyon aleti, derecesi, hastanın göğüs ve kalbini dinlemek için steteskopu veya kulağına bakmak için bir otoskopu yoktu. Ne bir röntgen çektirebilir ne de laboratuar tetkikleri yaptırabilirdi. Doktorlar tarafından en çok başvurulan tanı yöntemlerinden birisi, hastanın idrarını balon şeklindeki bir cam kavanoza koyup ışığa tutarak incelemekti. İdrarın gözle incelenmesi sonucunda tanılar konulur ve tedavi yöntemleri geliştirilirdi. 1664 yılında Hollanda, Leiden’de Sylvius’un öğrencilerinden birisi olan Frederick Dekkers kayıtlarına şunları yazdı : “Hastanın idrarını ateşte ısıttığım zaman kısa süre içinde süte benzeyen bir görünüm aldı. Üzerine bir iki damla asetik asit ekleyip soğuttuğum zaman da yağlı kısmı kavanozun üzerinde kalırken katı kısmı dibe çöktü”. Bu notlar tarihte “idrarda albumin bulunması” konusundaki ilk kayıtlar olarak kabul edildi. 1816 Londra’sında Richard Bright daha önceleri birbirlerinden bağımsız olduğu düşünülen üç bulguyu bir araya getirdi: idrarın katılaşıp süt kıvamı alması, böbreklerin küçülüp sertleşmesi ve hastaların vücuduyla birlikte yüzlerinin soluklaşıp şişmesi. Bu yeni bakış açısı, böbrek hastalıkları konusundaki gelişmelerin yolunu açtı ve Dr. Bright’da böbrek hastalıkları uzmanlarının (nefrologların) babası unvanını almış oldu.



Öte yandan böbrek hastalıkları ile gelişmeler 1940’lı yıllara kadar istenen hızda olmadı. 1940’lı yıllarda Londra bombalanırken, enkazın altında kalıp vücutları ezilen insanlarda ani olarak gelişen böbrek yetmezlikleri ile ilgili önemli bulgular elde edildi. Ama böbrek hastalıkları ile ilgili en önemli gelişme, Dr. Homer Smith’in “Sağlıkta ve Hastalıkta Böbrek İşlevleri” adlı kitabını yazması ile gerçekleşti. 1960’lı yıllarda ise iç hastalıklarının en genç uzmanlık alanlarından birisi olan “nefroloji” (böbrek hastalıkları) konusunda eğitim verilmeye başlandı.



Kamuoyundaki genel kanı, böbrek hastalıkları doktorlarının (nefrologların) ilgi alanının “diyaliz” ve “böbrek nakilleri” olduğu konusundadır. Belki bu liste ender görülen bazı kalıtsal hastalıklar ve nefritler ile geliştirilebilir. Oysa böbrek hastalıkları ne ender görülen hastalıklardır, ne de böbrek hastalıkları uzmanlarının ilgi alanı bu kadar dardır. Bir çok toplum araştırması her 10 erişkinden birinde böbrek hastalığı olduğunu göstermektedir. Ülkemizde en az 6 milyon kişinin şeker hastası ve 10 milyondan fazla kişinin yüksek tansiyon hastası olduğu bilinmektedir. Sigara tüketiminde Türkiye dünyada yedinci sırada yer almaktadır. Kalp ve damar hastalıkları konusunda da ülkemizin karnesi hiç de parlak değildir. Bu etkenlerin doğal sonucu olarak diyalize giren hastaların dörtte üçünden fazlasını, şeker ve yüksek tansiyon hastaları oluşturmaya başlamıştır.



Böbrek hastalıklarının, öncelikli bir toplum sağlığı sorununa dönüştüğünün fark edilmesinden sonra, teşhis için kolay ve ucuz tarama yöntemleri bulunmaya çalışılmıştır. Araştırmalar iki konuda yoğunlaşmıştır: 1) Böbreklerin zararlı maddeleri temizleme hızındaki azalmayı ortaya koyan yöntemler, 2) Böbreklerin, adeta bir elek gibi, yararlı maddeleri kanda tutma özelliklerindeki bozulmayı gösteren testler. Yirmibirinci yüzyılın başında yürütülen bu çalışmalar, bize 16. yüzyıldaki meslektaşlarımızın izinden yürümemiz gerektiğini göstermiştir. Herhangi bir kişinin, (tercihan) sabah ilk idrarını temiz bir kaba koyup, laboratuarda özel bir yöntemle az miktarlarda albumin olup olmadığının araştırılması çok önemli veriler sağlamaktadır. Normal idrar tahlillerinde saptanamayan az miktardaki bu albumine “mikroalbumin” adı verilmektedir.



Bir yüksek tansiyon hastasının idrarında mikroalbumin bulunması halinde, o hastanın böbrek hasarı olduğunu ve ileride böbrek yetmezliği açısından özel bir riski olduğunu anlıyoruz. Erişkin yaşta şeker hastalığı tanısı konulan her dört hastadan birinde, idrarda “mikroalbumin” olduğunu ve böbrek yetmezliği risklerinin azaltılması gerektiğini biliyoruz. Amacımız sadece mikroalbumin varlığını belirlemek değil, aynı zamanda idrardaki mikroalbumin miktarını azaltmak. Çünkü idrardaki bu proteinin miktarı ne kadar fazlaysa risk o kadar artıyor Bu konuda son derece etkili olan ilaçlarımız olduğundan, 10 yıl öncesine göre daha fazla başarılı oluyoruz.



Araştırmalardan ortaya çıkan önemli bir başka sonuç daha var; idrardaki mikroalbumin aynı zamanda kalp ve damar hastalıkları açısından da çok önemli bir belirleyici. Bir insanın idrarında mikroalbumin varsa kalp krizi, inme ve damar hastalıkları gelişme olasılığında önemli bir artış oluyor. Kanda kolesterol ölçülmesi kadar önemli bilgiler sağlıyor. Aynı şekilde, idrardaki albumin miktarını azaltarak kalp ve damar hastalıklarının riskini azaltmak da mümkün oluyor.



14 – 18 Kasım 2007 tarihleri arasında düzenlenecek 24.Ulusal Nefroloji, Hipertansiyon, Diyaliz ve Transplantasyon Kongresinde hiç kuşkusuz ki üzerinde en çok konuşulacak konulardan birisi bu yeni yaklaşımlar olacak. Hepimizin ortak dileği sağlık çalışanlarının bu son derece basit ve ucuz idrar tetkikini günlük uygulamlarının ayrılmaz bir parçası haline getirmeleri. Hasta ve yakınlarının da, ileriye dönük risklerini araştırırken; çok para harcamadan, radyasyon almadan ve hemen her sağlık kuruluşunda yaptırabilecekleri idrarda mikroalbumin testinin öneminin farkında olmaları. Çünkü geçen yüzyıllar idrar tekikinin öneminden bir şey azaltmadığı gibi daha da önemli hale getirmiş durumda.

MEZUNİYET SONRASI EĞİTİM ve KONGRELER

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 23-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Bir sağlık çalışanı günlük çalışma hayatımda hastalarımın sorunlarına tanı koyarken, tedavi ederken veya uzun süreli bir hastalığı olan bir hastasını izlerken sizce ne sıklıkla bilgiye erişme gereksinimi duyar? Yanıt size şaşırtıcı gelse de artık bu gereksinim anlık hale gelmiştir. Üretilen ve paylaşılan yeni bilgiler her zaman bir yeniliğin müjdecisi değildir. Bir ilacın olumsuz etkilerinin açıklanması veya yeni bir salgının bildirilmesi de, karşımıza ilk çıkan hastada bazı uygulamlarımızı değiştirmemiz veya hemen belirli hastalarımıza ulaşmamızı gerektirebilir. Örneğin daha önce böbrekleri yetersiz çalışan hastalarda görüntüleme gerektiğinde, hastaya enjeksiyonla verilecek olan boya maddeleri böbreklerde hasar yaratmasın diye daha çok manyetik rezonans (MR) yönetmini tercih ederken, e-posta ile ulaşan yeni bir yayın artık bu yöntemin sanıldığı güvenli olmadığını haber verebilir. Bize düşen görev o gün için böbrek hastalarımızdan birinde planladığımız bir ilaçlı MR tetkiki varsa randevuyu iptal etmektir. Küreselleşme akımının etkisinde olan dünyamızda, internet ve bilgiişlem teknolojileri sayesinde bilgileri büyük kitleler artık eş zamanlı paylaşmaktadır. Üstelik biyoloji ve tıbbi bilim dallarındaki bilgi üretimi başdöndürücü bir hızla artmaktadır. Yapılan hesaplamalar tıp bilgisinin her dört yılda bir en az iki katına çıktığını göstermektedir.



Aynı bilgiişlem teknikleri ulaşmak istediğimiz bilgi kaynaklarına ve eğitim programlarına erişimimizi de çok kolaylaştırmıştır. Çok değil 10 yıl önce sadece kitaplarında yer alan adlarından tanıdığımız ünlü akademisyenlerin, görüntülü konferanslarını internet ortamında izlemek olanaklı hale gelmiştir. Her gün gelen e-postalar değişik mesleki dergilerde yayınlanan önemli yayınların özetlerini bize ulaştırmaktadır. Bu kolaylıkların katkısı yadsınamamakla birlikte, getirdiği iş yükü de bir o kadar fazla hale gelmiştir.



Bütün bu gelişmelere karşın hemen her gün değişik tıbbi kongreler son derece kalabalık sağlık çalışanı kitlelerini kendine çekmektedir. Binlerce sağlık çalışanı yüzlerce ve hatta binlerce kilometre katederek dört veya beş gün bir araya gelmektedir. Bu gelenekselleşmiş bilimsel ve sosyal etkinlik için sağlık çalışanları neden gereksinim duyarlar?



Geçen yıl bir kongrenin açılış programında saygın bir meslektaşım kendi düşünce ve duygularını şu şekilde anlattı “Bir kongreye katılıp döndüğümde kendimi yenilenmiş ve yeterli hissediyorum. Edindiğim yeni bilgi ve beceri donanımı ile hastalarıma daha fazla yardımcı olabiliyorum. Meslektaşlarımla yaptığım konuşmalarımızdan ortak sorun ve kaygılarımızın olduğunu anlıyorum, dolayısıyla da bir dayanışma içinde olduğumuzu hissediyorum. Daha sonra aylar geçtikçe, bilgilerimde bir eskimişlik ve aşınmışlık hissediyorum ve takvimimden yaklaşan kongreyi bekliyorum”.


Uluslararası saygın kongreler amaçlarına ve geleneklere uygun olarak

ÇEVİRMEN TIP

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 30-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Kolesterol düzeyini düşüren ilaçların klinik yararları konusunda 1980’li yıllardan bu yana son derece somut kanıtlar birikmiştir. Daha önce kalp krizi geçirmiş olan, koroner bypass cerrahisi uygulanmış veya kalp damarlarına stent yerleştirilmiş, inme geçirmiş veya şeker hastalığı olan hastalarda “statin” adı verilen ilaçların sürekli olarak kullanılması halinde bu insanların ömrüne ömür katılmaktadır. Statin adlı ilaçların yararları değişik dergilerde, eğitim toplantılarında ve internet ortamında paylaşılmaktadır. Öte yandan yapılan farklı araştırmalar şunu göstermektedir; statinlerden en çok yararlanacak hastaların sadece dörtte birine bu ilaçlar reçete edilmektedir. Bu ilaçlar yukarıda tanımlanan hasta gruplarında ölüm riskini üçte bir oranında azaltmaktadır. Başka bir deyişle ilacın reçete edilmediği 75 hastanın üçte biri veya 25 hasta kendilerine doğru ilaç reçete edilmediği için hayatlarını kaybetme riski altındadır.



Kolesterol ilaçları ile ilgili mevcut mevzuatın neden olduğu sınırlılıklar bir tarafa bırakılacak olursa, niçin bu tedavi sayesinde hayatta kalma olasılıkları belirgin derecede artacak olan hastaların sadece dörrtte biri ilaç kullanmaktadır? Bu sorun sadece kolesterol düzeyini azaltan ilaçların kullanımı ile ilgili midir? Hastalarına en güncel tedavilere sunmakla yükümlü olan hekimlerin neden basireti bağlanmaktadır? Hastalar neden kulaktan dolma bilgilere daha çok güvenip, etkili ve güvenli tedavi konusunda uyumsuzluk göstermektedir? Henüz ihtiyacı olan hastaların aspirin kullanımında arzu edilen oranlara ulaşamazsak, genetik tedaviler gibi karmaşık uygulamalarda ne oranda başarılı olabileceğiz? Bütün bu soruların yanıtları incelendiğinde sorunun yaygın ve kaygı verici boyuttta olduğu fark edilmiştir. Bazı sanat eserleri başka dillere çevrildiği zaman nasıl bazan anlamlarından, dolayısıyla da değerlerinden bir şeyler kaybediyorlarsa günümüzde sağlık hizmetleri alanında da benzer bir sorun yaşandığı anlaşılmıştır. Bilgi üretiminin klinik uygulamalara dönüşümü sürecinde yaşanan aksaklıklar masaya yatırılmış ve güncel bilgiler ve uygulamalar arasındaki kopukluğu gidermek üzere “çevirmen tıp (translational medicine)” kavramı ortaya atılmıştır.



Çevirmen tıbbın ilgi alanlarından birisi temel tıp alanındaki gelişmelerdir. Son çeyrek yüzyıl bize göstermiştir ki, hastalıkların gelişme nedenleri ve süreçleri son derece karmaşıktır. Kalıtsal hastalıklar klasik anlamlarının dışına taşmış, genetic etkenlerin toplumda sık görülen bir çok hastalığın gelişimindeki katkıları anlaşılmaya çalışılmıştır. Bundan daha karmaşık olan bir başka alan ise “proteomik” olmuştur. Proteinlerin sağlıkta ve hastalık süreçlerinde uğradıkları değişiklikler çok daha ayrıntılı ve karmaşık bir araştırma alanını oluşturmaktadır. Bu önemli bilgilerin çoğu sadece hastalar ve yakınları için değil, sağlık çalışanları için kolayca kavranamaz niteliktedir. Çevirmen tıp devreye girmezse bu sorun çözümsüz kalacaktır.



Klinik uygulamalar konusunda çevirmen tıbbın üzerinde en çok durduğu konuların başında uygulamaların kanıtlara dayandırılması gelmektedir. Hem günlük kararlarımızın dayandırıldığı kanıtların üretilmesi, hem de yorumlanması ve uygulamaya dönüşmesi alanındaki ataletin giderilmesi için yine çevirmen tıbbın devreye girmesi gerekecektir.



Süreğen hastalıklar bireylerde derin psikolojik ve sosyal sorunlar yaratmaktadır. Öte yandan AİDS örneğinde olduğu gibi bazı hastalıkların temelinde de psikosoyal faktörler (Örn. İlaç bağımlılığı, seks ticareti, göçler v.d.) yer almaktadır. Sadece bilimsel yöntemlerle bu sağlık sorunlarını çözümlemek olası değildir. Değişik bilim alanlarının yöntemlerini sentez etmek için çevirmen tıptan yararlanılmaktadır. Son yıllarda Londra’daki London School of Economics ve King’s College gibi saygın eğitim kurumları, bu anlamda öncü olabilecek master programları başlatmışlardır.



Yakın geçmişte yaşanan bir başka sorun da, sağlık alanındaki araştırmaların sonuçlarının ilan edilmesi ve paylaşılmasında izlenmiştir. Bazı araştırma sonuçlarının kamuoyuna, sağlık çalışanlarına ve hastalara aktarılmasında tarafsızlık ilkesi ihlal edilmiş, bilim dışı yönlendirmeler ve çıkarlar baskın hale gelmiştir. Finansal motifler egemen hale gelmiş, biyolojik ve tıbbi araştırmalarda özel sektör devlet sektörünün önüne geçmiştir. Bu nedenle yaşanan güvenlik ihlallleri, kamuoyunun bilimsel gelişmelere ve sağladıkları klinik gelişmelere güvenini azaltmıştır. Bu konuda da tarafsız organların yürüteceği çevirmen tıp yaklaşımlarına büyük gereksinim duyulmaktadır.



Bilimsel bulgular ve gelişmeler o kadar önemli finansal fırsatlar sağlamaktadır ki, bilimsel çevrelerde ve sağlık hizmeti uygulayanlar arasında daha çok olumlu sonuçlar sağlayan araştırma sonuçları tartışılmaktadır. Öte yandan bir çok araştırmadan olumsuz sonuçlar elde edilmektedir. Bu olumsuz sonuçların, klinik uygulamalarımız üzerine etkisi en az olumlu sonuçlar kadar önemlidir. Çevirmen tıbbın bu nokta da yardımcı olacağı düşünülmektedir.



Yirmi birinci yüzyılda çevirimci tıptan çok şey beklenmektedir; bağımsız akademik üretkenlik, araştırmalarda şeffaflık, uluslararası standart ve kurallar, yaratıcılığın özendirilmesi ve gereksiz bürokrasinin azaltılması…Bu alanda uzmanlaşmak isteyen sağlık çalışanları için eğitim proramları ve uluslararası araştırma fonları her gün artmaktadır. Sağlık çalışanları ve toplumumuz için de çok yararlı olacak bu yeni uzmanlık dalı olgunlaşana dek Dr. Paget’nin 1909’daki sözleri yol gösterici olabilir “Klinik uygulamalar, duyguların bilime temasıdır”.

Bilgiler Değişti, Darısı “Paketler”in Başına!

Özel hastanenin hasta hizmetlerinden sorumlu görevlisi kaygıyla beklemekte olan hastaya müjdeyi verdi “Siz SGK mensubusunuz ve anjiyografi olmanız gerekiyor. Bu durumda paket uygulamasından yararlanabiliyorsunuz”. Bunun anlamı şuydu; bürokratik işlemler tamamlandıktan sonra, herhangi bir ücret ödemeksizin kalbin koroner damarlarının filmi çekilebilecekti. Bu sırada hemen yandaki bankoda, koroner bypass ameliyatı olması gereken bir başka hastaya benzer bilgiler veriliyordu.



Sağlık hizmetinin tarihçesine bakılacak olursa uygulamaların aslında bir hediye ilişkisi şeklinde başladığı görülecektir. Amaç hastaya, düşküne ve özürlüye destek sağlamak, acılarını dindirmek ve yaralarını sarmaktı. Bu görevleri üstlenenler, hayatlarını başka yollarla kazanan şamanlar veya din görevlileriydi. Sundukları karşılıksız ve kısmen kutsal nitelikteki hizmeti topluma sunulan bir “hediye” olarak kabul ediyorlardı. Toplumsal hediyeler süreklilik özelliği olan geleneklerdi; kişiden kişiye farklı şekillerde iletiliyor ve eninde sonunda süreci başlatan kişiye bir şekilde geri dönüyorlardı. Tıp uygulamaları bilimsel hüviyet kazanır kazanmaz ticareti yapılan hizmetler haline geldiler. Günümüzde herkes sağlık hizmetlerinin nitelikli olabilmesi için, bu iki unsurun en uygun bileşmini bulmak için çaba gösteriyor.



Nitelikli sağlıklı hizmeti her gün yeniden tanımlanırken, değişik bileşenlere ayrılarak incelemeye alınıyor. Üzerinde fikirbirliği oluşmuş bileşenlerden birisi de “sağlık hizmetlerinin sürekliliğinin sağlanması”. Niteliksiz sağlık hizmetleri tanımlanırken “parçalanmış (fragmente)” süreçlerden söz ediliyor. Bir hastane içinde bile hizmet kesintilere uğrayıp niteliksiz hale gelebiliyor. Nasıl mı? Eğer nöbet değişimi sırasında ekipler arasında iletişim yoksa, bir muayene sonucunda hastanın başka bir uzmanı ilgilendiren bir sorunu olduğu halde ona yönlendirilmiyorsa veya hastaya taburcu olduktan sonra neler yapacağı ve ilaçlarını nasıl kullanacağı konusunda bilgi verilmiyorsa, bu nitelikli bir sağlık hizmet olarak kabul edilmiyor.



Sağlık hizmetleri ile ilgili araştırmalar yapan, giderek artan sağlık harcamalarını azaltmaya çalışan ve “makro-ekonomik” çözümler üretmeye çalışan bir çok kurum ve kuruluş var. Dünyada en çok karşılaşılan ve ölüm nedenlerinin başında gelen kalp ve damar hastalıklarının tanı ve tedavisi ile ilgili işlemlerin geniş kitlelere ulaştırabilmesi için yaklaşık 15 yıl önce dünyada başlatılan bir uygulama ülkemizde hızla kabul gördü ve yaygınlaştı. Kalbi besleyen koroner damarlarla ilgili hastalıkların ve kalp kapaklarının hastalıklarının, tanı ve tedavisi için “paketler” hazırlandı. Paket bir işlemin ortalama maliyetinin hesaplanması ve işlemin ücretinin benzer nitelikteki bütün uygulamalar için geçerli olması ilkesine dayanıyordu. Böylece daha geniş kitelelere bu işlemler ulaştırılabilecek ve onları kapsamına alan sosyal güvenlik kuruluşları ile sağlık hizmetini sunan kurumlar arasında mali sorun yaşanmayacaktı. Bu yaklaşımın ülkemizde kalp ve damar hastalıkları konusundaki tedavilerin yaygınlaşmasına önemli katkısı oldu.



Paketlerin içeriği belirlenirken konusunda uzman olan kişilerden yararlanılmış ve görüşleri alınmış olabilir. Ancak bu danışmanların konuya “başı ve sonu belli” işlemler olarak yaklaştıkları kesin. Hastaların sorunlarının süreğen olduğu ve eşlik eden komplikasyonlar (ek sorunları) ile yaşamlarını sürdürdükleri pek düşünülmemiş. Paketlerin ücretleri son 15 yıl içinde giderek azaldığından, bu zor ve riskli işlemleri üstlenen ekipler de farklı bir bakış açısı getirememişler gibi gözüküyor. Paket uygulamasına geçilmesi ile birlikte yaygınlaşan hizmetlerin mutlaka idari ve mali kayıtları vardır. Ya tıbbi sonuçları ile ilgili veriler? Bu işlemi uygulayan ekiplerin bir kısmı verilerini bilimsel toplantılarda paylaşıyorlar ama tıbbi konularda merkezi bir izleme sistemi yok.



Oysa koroner anjiyografi için bir merkeze başvuran dört hastadan biri, bypass cerrahisi için yönlendirilen hastaların üçte biri şeker hastası. Son on beş yılda paketlerin içeriği değişmedi ama şeker hastalığı ile bilgilerimiz büyük ölçüde yeniledi. Şeker hastalığının dünyada bir salgın gibi arttığını, kan şekeri kontrolünün önemini, izlem için A1C gibi yararlı testler olduğunu, idrarda az miktarda albumin olmasının önemli sorunların habercisi olduğunu, kalp hastası olarak gelen şeker hastalarının önemli bir kısmının aynı zamanda böbrek ve göz hastası olduğunu öğrendik. Bu sorunlarla mücadele edebilmek için gereken etkili tedavi yöntemleri de büyük gelişim gösterdi. Böbrek hastalarına kalp anjiyografisi sırasında damar yoluyla boya maddesi verince böbreklerinin durabileceğini ve bu sorunun işlem sırasında değil, işlemden 3 ile 5 gün sonra geliştiğini öğrendik. Paketlerin içeriğine baktığımızda bilgi artışına paralel bir çeşitlenme olmadığını, hatta paket ücretlerinin aşağı çekilmesi sonucunda zenginleştirilmesinin önünde engeller olduğunu görüyoruz. İşlem bazında yeterli ve yararlı gibi gözüken bu paketler, sağlık hizmetlerinin sürekliliği açısından incelendiğinde sınıfta kalıyor. Bugün başarılı bir bypass ameliyatı uyguladığı hastasının bir yıl sonra görme yetisini kaybettiğine veya diyalize girmeye başladığına tanık olmak sağlık çalışanlarını da üzüyor.



Üstelik sağlık konusunda politika üretenler önemli bir fırsatı da kaçırmış oluyorlar; SGK kapsamındaki hastalardan kaçının şekerinin kontrolde olduğunu, kaçında böbrek hastalığı veya göz hastalığı olduğunu öğrenip, bu istatistikler aracılığıyla ileriye dönük sağlık ve dolayısıyla da ekonomik politikalar üretme şansını kaybediyorlar. Aslında sağlık hizmetleri ile iglili yapılması gereken sınıflama, kodlama, olgu tabakalandırılması (daha fazla risk taşıyan hastaların daha az taşıyan hastalardan ayrıştırılması) gibi çalışmalar için bir başlangıç noktasını da yakalayabilirler.



Bayram ve yılbaşı yaklaşırken dileğimiz; sayıları her gün artan paket uygulamalarının “işlem” temelli paketlerden “süreç ve sonuç” temelli paketlere dönüştürülmesi. O zaman hem hastalar hem de sağlık çalışanlarına birer “hediye paketi” sunulmuş ve nitelikli sağlık hizmetleri için gerekli olan “süreklilik” kavramı sağlanmış olacak.

Sensiz Her Şey Renksiz

Sevmenin de iniş çıkışları var. Hastabakıcı bugün hastalık tabelama bu duygumun derecesini çizdiyse, doktor korkacaktır. Sabah komşu binada göğsüme baktılar. İyiyim. Babacan bir doktor yeşil ışık yaktı ameliyata, yine de analizlerin sonucunu beklemeliymişiz…” (3/2/1967 A.D.)

“Ne iğne, ne hap, ilaçların ilacı sensin. Sanırım en önemlisi damla damla gözlerin. İyileşeceksem onlar iyileştirecek.” (3/2/1967 A.D.)

“Dün sana yazdığım gibi tahlil değil, ciğerlerin radyografisinin incesiymiş yapacakları…Ne olur ne olmaz diye.” (4/2/1967 A.D.)

“Dönüşte Gerard’a rastladım, “Galiba sizin ameliyat Cumaya” dedi. Hoppala! Çarşamba – Perşembe bana bir-iki hazırlık bağırsak yıkaması yapacak, ordan çıkarıyor bu Cuma işini. Bu tarih işlerini bilse bilse meydancı Gerard bilir.” (4/2/1967 A.D.)

“Dün akşam asistan uğradı, önemli tavırlarla Hamburger’in raporundaki bilgileri tekrarladı. Bunları biliyorum, dedim. Cuma günü ameliyat var mı, sorusuna, Olacak dedi ve gitti. Bu sabah profesör uğradı, röntgenlerden bahsetti ve gitti. Her neyse görünüşe göre ve yeni bir veri ortaya çıkmazsa, herhalde hikaye böyle. Sanırım aralarında bir karara vardılar. Ben de konuşmak niyetindeyim doktorla, acele etmekle fazla beklemek arasında, en doğru zamanı seçtiğini düşünmüş olmalı. Sırt ağrıları bir yana, fena değilim. Bunları doktora söyledim, röntgenlere bakalım, dedi. Bugün güneşli bir Pazar, hastalar sessiz, sancılar sanki hafta tatili yapıyor, bense temiz bir gömlek giyip seni düşündüm. İlaçlarımı alıyorum, hiçbirini kaçırmadan, çünkü Paris’te olsam bile yanımdasın, biraz sert, “İlacını aldın mı?” diye soruyorsun, ben de yutuyorum ilaçları.” (5/2/1967 A.D.)

“S. de Beauvoir’la ya ameliyattan evvel ya sonra görüşeceğiz. Salı sabahı vergi işi ile uğraşacağım. Geçen seneden 500 yolladım. Kafamda hala sen varsın, yalnızlığını düşünüp üzülüyorum, ama belki de rahat çalışıyorsundur. Bana tastamam “halet-i ruhiyeni” anlat. Doktora sırtındaki ağrılardan bahsettin mi?” (5/2/1967 G.D.)

“Demin Akademi müdürü uğradı, doktor ona önemsiz bir ameliyat yapılacak demiş. Hayırlısı. Doktor yine uğrayıp kaçtı, Çarşamba tomo dedi, yani tomografi. Pekala.” (6/2/1967 A.D.)

“Ameliyatı, geleceksin diye, sabırsızlıkla bekliyorum.” (7/2/1967 A.D.)

“Telefonundan sonra doktor uğradı,Pazartesi yapalım dedi.”Karınıza haber verebilirsiniz” sözünü de ekledi.” (7/2/1967 A.D.)

“Hemen söyleyeyim, adam kafamıza uygun. Önce bu tür hastalıklar adına ders verdi, aklım yattı. Zorluk şu: Teşhisi çok zor, analizle de, röntgenle de. Radyo misalleri gösterdi vs. O bakımdan 1959 Ankara Kongresinde (milletlerarası) verilen karara göre hastalık şüphesi iki yıl devam ediyor”. (21/3/1967 A.D.)

“İçindekiler de, belki şimdiye kadar, yani bu hastalığın ilk teşhisinden beri en iyi şeyleri ihtiva ediyor. 1) Çok ciddi, anlayışlı insan bir adamın, doktorluğun bütün ilmi ile, seni yakından, hastalığınla birlikte kavraması, izlemesi, her şeyi yakından yapmak istemesi. 2) Üç ay ihtimali.” (23/3/1967 G.D.)

“ “Sağlık bildirim” iyi. İlaçları daha dengeli bölünce, bugünkü damara iğne pek sarsmadı. Ona karşılık yarın iğne var, herhalde fazla sarsıntı vermez. Nezlem büsbütün geçmedi, ama hafif.” (24/3/1967 A.D.)

“Sevgimizde aşınma şöyle dursun, yepyeni dalbudaklar fışkırmış her taraftan, hangisine bakacağıma şaşırdım, hem de ne güzelleştin! Deniz kenarı, renkli yelkenler de işe karışınca, o hızla haftalarca sensizliği, tatsız ilaçları, koskoca sağlık kışlasının bunaltısını umursamayacağım sanıyorum”. (31/3/1967 A.D.)

“Bana sorarsan iyiyim, şu “perfusion”lar yoruyor fazlası ile, bakalım hiç ara verilmeyecek mi? Öteki ilaçları daha kolay sineye çekiyorum. El şişkinliği acaba romatizma mı? Bakalım tekrar konuşacağım doktorla, bu akşam sözlüyüm onunla…” (19/4/1967 A.D.)

“Ellerinin şişmesine biraz canım sıkıldı. Acaba, dört aydır arasız aldığın ilaçlardan olmasın? Dün Jean Brio ile buluştuk, uzun uzun seni konuştuk, o şaştı streptomycine’in sende, kötü etkiler yapmadığına. Ne Dr.Langran ne de Kalaschnikof’u tanıyor. Körü körüne muayyen bir doktora uzun süre teslim olma konusunda diyor ki: Kendi isteğine uyan bir doktor daima bulur hasta, bence bu durumda Abidin, fazlasıyla dinlenme, yorulmama, kontrol yönünü seçmeli, doktorları kendi etkisi altında bulundurmamalı.” (19/4/2007 G.D.)

“Dün yeni ilaç yüzünden iyi değildim, bugün durdurttu doktor, önce iki gün karaciğerimi düzeltmek için haplar, sonra da başka antibiyotik denenecek. Neyse iki ilaç normal gidiyor, Strepto ve Risnifon, üçüncüsü şimdiye kadar fazla geliyor, iyice sersemliyorum, içim karışıyor. Üçüncü ilaçsız olduğum için bugün iyiyim. El omuz hikayesi romatizma bence, ameliyattan önce de vardı, belki biraz daha hafif olarak.” (24/4/1967 A.D.)

“Tatsız üçüncü ilacı (önce perfusion; sonra da toz halinde verilen) kaldırdılar…Öf, berbattı, kurtuldum. Ayrıca çok iyi buldular, 72 kilo. Kan tahlili vs.” (5/5/1967 A.D.)
Güzin ve Abidin Dino’nun 1952 – 1973 yılları arasında birbirlerine yazmış oldukları mektupları, Sayın Ferit Edgü yayına hazırladı ve CAN Yayınları “SENSİZ HER ŞEY RENKSİZ” adıyla daha geniş kitlelere ulaştırmak için yayınladı. Son derece farklı alanlarda birbirinden değerli eserler üreten, Sakıp Sabancı Müzesinde “Bir Dünya” adlı sergisi büyük beğeni toplamakta olan, sanatçımız Abidin Dino’nun hayatının ayrıntıları ile birlikte bir dönemin panaromik bir anlatısı var mektuplarda. Ayrıca önemli sağlık sorunları olsa bile, sorunlarını çok fazla gündemde tutmayan bu ünlü sanatçımızın baş etmek zorunda kaldığı hastalığın ayrıntıları da yer alıyor. Kaygılar, fiziksel acılar, yalnızlık, özlem, şefkat, üretkenliğin kesintiye uğraması, doktorlar, hastabakıcılar, o dönemin tanı ve tedavi yöntemlerine dair binlerce bilgi… Yukarıdaki alıntılar bir hastalık sürecini sizlerle paylaşmak için seçildi. Kitapta insan ve yaşamla ilgili çok daha fazlası var…

BİLGİSAYARLI TOMOGRAFİ: RADYASYONA HEDEF OLMAK AÇISINDAN YENİ BİR TOPLUM SAĞLIĞI SORUNU

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 21-Aralık-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Bugünlerde dünyada en çok konuşulan tartışılan arasında komşumuz İran’da kurulmaya çalışılan nükleer enerji santrali yer alıyor. Çernobil faciası hepimizin belleklierindeki yerini koruyor. Zaman zaman basında yer alan, nükleer atık içeren variller hepimizi kaygılandırıyor. Yeni yüzyılın casusları rakiplerini nükleer zehirlerle yok ediyorlar. Televizyon dizilerinde Amerika Birleşik Devletleri(A.B.D.) batı eyaletlerinde teröristlerin küçük nükleer patlamalarla kitleleri yok ettiğini izliyoruz. Herkes radyasyonun insan sağlığı için çok sayıda risk içerdiğini ve öldürücü olabileceğini biliyor. Radyasyon hemen öldürmese bile hedef olan insanlarda yıllar sonra kanserlere neden olarak onların hayat sürelerini kısaltıyor. Bütün bunların tersine, günümüzde sık sık kulanılan görüntüleme yöntemlerini ise hiç bir şekilde zararı olmayan ve tümüyle “yararlı” işlemler olarak algılanıyor.



Dünya genelinde acil servis başvurularının önemli bir bölümünün nedeni kafaya gelen darbelerdir (travmalar). Çocuklar bu hasta grubunun önemli bir bölümünü oluşturur. Doktorlar gerekli görmese bile kaygılı ebeveynler çoğu kez “bir tomografisini çekelim” isteğinde bulunurlar. Yayınlar kalp hastalığı riskinizi öğrenmeniz için kullanılabilecek yöntemlerden birisinin kalbi besleyen koroner damarların çeperindeki kalsiyum miktarının derecelendirilmesi olduğunu belirtmektedir. Hiçbir yakınmanız yokken gittiğiniz yıllık sağlık taramanız sırasında akciğer dokusunda küçük bir leke (nodül) saptanınca doktorunuz size belirli aralıklarla çekilen tomografiler aracılığıyla bu yapının niteliğini ve büyüyüp büyümediğini izlemek gerektiğini söyleyebilir. Serbest piyasa ekonomosinin şekillendirdiği sağlık sistemlerinin egemen olduğu ülkelerde, tomografi merkezleri ilanlar vererek insanlara sağlıklarını korumak için “tepeden tırnağa” tomografi hizmetlerinin olduğunu duyurmaktadırlar.



1970’li yıllarda geliştirilmesinden başlayarak bilgisayarlı tomografi sağlık hizmetlerinde en çok baş vurulan tanı yöntemlerinden birisi haline gelmiştir. Halen Amerika Birleşik Devletlerinde (A.B.D.) bir milyon kişiye 26, Japonya’da ise bir milyon kişiye 64 tane bilgisayarlı tomografi makinası düşmektedir. Atom Enerjisi Kurumundan ülkemizde kaç tane tomografi cihazı bulunduğunu ve bunların modellerini öğrenmek olasıdır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinde yılda 62 milyon adet tomografi çekildiği ve bunun 4 milyon kadarının da çocuklarda uygulandığı hesaplanmaktadır. 1980’lerde ise bu sayının sadece 4 milyon kişi olduğu bilinmektedir. İşlemin doğası gereği tomografi çekilen bireyler, normal röntgen filmlerine göre çok fazla miktarda radyasyona hedef olmaktadır. Tomografi yakınmaları olan, önemli sağlık sorunları nedeniyle tıbbi veya cerahi tedavi gören hastalarda hayat kurtarıcı bir yöntemdir. Öte yandan elimizdeki veriler tomografi kullanımının iki grupta çok belirgin bir şekilde yaygınlaştığını göstermektedir: 1) Çocuklar, 2) Sağlıklı olan ve sağlık taramasından (check-up) geçmek isteyen erişkinler. Yeni bilgisayarlı tomografi makinaları ile çocuklarda tomografi çekmek sorun olmaktan çıkmış ve bir saniyede tamamlanan bir işlem haline gelmiştir. Apandisit örneğinde olduğu gibi, ameliyat öncesi süreçlerde giderek artan oranlarda uygulanmaktadır. Erişkinlerde en yaygın olarak kullanıldığı durumlar ise şunlardır: 1) Tomografi ile yapılan sanal kolonoskopi (kalın barsağın incelenmesi), 2) Koroner kalp hastalıkları için tarama, 3)Sigara içen ve içmiş olan bireylerde tarama ve 4) Tüm vücut tomografisi ile yapılan tarama.



Olağan bir baş veya karın tomografisi uygulaması sonucu, radyasyona bağlı olarak hayat boyu kanser riski gelişme riskinin %2 civarında olduğu hesaplanmıştır. Radyasyona erişkinlerden çok daha duyarlı olan çocuklarda bu oran belirgin derecede artmaktadır. Yapılan araştırmalar acil servis doktorlarının, cerrahların ve radyologların önemli bir bölümünün tomografi sırasında hedef olunan radyasyonun kansere neden olduğuna inanmadıklarını göstermiştir. Bunun üzerine A.B.D.’de Ulusal Kanser Enstitüsü (National Cancer Institute) 2007 yılında sağlık hizmeti sunanlar için “Radyasyon Riskleri ve Çocuklarda Bilgisayarlı Tomografi” adı verilen kılavuzu yayınlamıştır.



Bu bilgiler ışığında, sigara alışkanlığından bir türlü vaz geçemeyen sevgili arkadaşım bana kontrol için baş vurduğunda, eğer muayenemde bazı bulgular saptıyorsam tomografi ile akicğer kanseri olasılığını bertaraf etmeye çalışıyorum. Herşey yolundaysa yapılması gereken tek şeyin onun sigarayı bırakması olduğunu, yoksa her 6 ayda bir tomografi çekerek onu kanserden koruyamayacağımı ve bu sıklıkla tomografi çektirmeye devam ederse, kanser riskinin artacağını biliyorum. Kilosu fazla olan, egzersiz yapmayan, ilaçlarını kullanmayan ve sigara içen hastalarımın, tedbir olsun diye tomografi ile koroner damarlarındaki kalsiyum miktarını ölçtürmelerinin nedenini doğrusu anlamıyorum. Çünkü kalp hastalığı riskini azaltacak hiçbir şey yapmadıkları gibi bir de kanser risklerini arttırmış oluyorlar. Arkadaşı ile parkta oynarken düşüp kafasını yaran ve ağlamaktan bitap düşmüş olan bir çocuğa herhangi bir muayene yapılmadan ve işlemin gerekliliği konusunda emek harcanmadan tomografi istenmesinin, o çocuğun ilerideki yıllarda kanser olma riskini arttıracağını biliyorum. Acil servislerdeki doktorların, onu değerlendirmeye gelen uzmanların ve ailelerin de bu bilinçte olmasını diliyorum. Sadece belirli topluluklarda kulak misafiri oldukları için, yeni bir sağlık kuruluşu açıldığı için, prestij için veya reklamlarda dikkatlerini çektiği için insanların “tepeden tırnağa” tomografi çektirmelerini ise hiç anlamıyorum.

2008’de “Boşluğa Dikkat Edin!”

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 28-Aralık-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Londra metrosunda yenileme çalışmaları yapılırken, bazı istasyonlarda, vagonlarla peron arasında yolcular açısından tehlike yaratan bir boşluk oluşmuştu. Yolcuları korumak ve uyarmak amacıyla her yerde dikkati çekecek şekilde “boşluğa dikkat edin” (Mind the Gap) yazısı yer alıyordu. Bu uyarı yazısı kısa süre içinde köşe yazılarına, kitaplara, esprilere konu oldu ve üzerinde bu uyarının yer aldığı anı eşyaları satış rekorları kırdı. 2007’den 2008’e geçerken sağlık ve sağlık hizmetlerinde yaşanan değişimler 2008 yılında farklı boşluklara dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu boşluklar “sağlık, sağlığın korunması ve hastalıkların tedavi edilmesi” gibi kavramların anlamları ile “sağlık hizmetinin sunumu ve sunum biçimleri” arasında oluşabilir.

Öncelikle sağlık alanında yaşanan küresel, bölgesel ve bunlarn yansımalarını içeren ulusal değişim süreçlerinin birbirleriyle etkileşimlerinin bütünüyle izlenebildiği ve denetim altında olduğuna ilişkin kaygılar azalmış değil. Günümüzde değişimin önemli bir bölümü yapısal nitelikte olmaya devam ediyor. Ekonomik, hukuksal ve fiziksel altyapı çalışmaları ön plana geçmiş durumda. Öte yandan ekonomik altyapı düzenlemelerinin sağlık hizmetlerinin niteliği ile bağdaştırılması konusundaki çalışmalar, hep uygulamalar başlayıp aksaklıklar ortaya çıktıktan sonra ele alınıyor. Ayrıca mesleki sivil toplum örgütlerinin bu sürece katılımlarının ne ölçüde gerçekleştiği de tartışılıyor. Avrupa Birliği ile19 Aralık 2007 tarihinde müzakereye açılan konu başlıklarından biri, sürecin bir de bu açıdan ele alınıp, yeniden düzenlenmesini gerektiriyor.

Birinci basamak sağlık hizmetlerinin bütün dünyada olduğu gibi, üstlenecekleri yeni işlevlere göre yeniden yapılandırılması konusunda da sorunlar yaşanabilir. Özellikle toplumsal kronik hastalık yükünün ikinci ve üçüncü basamak üzerinden alınması konusunda hala çok önemli eksiklikler var. Ama fiziksel altyapıdaki en önemli eksiklik sağlık hizmeti veren bütün birimler arasındaki bilgiişlem ağının kurulu olmamasından kaynaklanıyor. Gelişmiş ülkelerde, çok önemli maliyetleri göze alarak gerçekleştirilmeye çalışılan bu bilgiişlem tabanlı iletişim olmadan arzulanan nitelikte bir ulusal sağlık sistemi kurulamayacağını herkes biliyor.

İkinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerinde 2008 yılı girdaplı bir yıl olacağa benziyor. Devlet sektöründe daha çok niceliğe dayalı “performans” uygulaması ile tam gün hizmet veren sağlık çalışanı sayısında artış sağlanmaya, bölgeler ve merkezler arasındaki farklılıklar “zorunlu hizmet” uygulaması ile giderilmeye ve özel sektör yatırımlarıyla da ikinci ve üçünü basamak sağlık hizmetlerindeki hizmet açığının azaltılmasına yönelik politikalar bir arada yürütülüyor. Dışarıdan bakıldığı zaman bu politkaların sadece uygulama olarak değil kavramsal olarak da çelişen yönleri görülüyor. Sağlık çalışanlarının iş gücündeki niceliksel yetersizlikler her geçen gün aşılması daha zor bir engel haline geliyor. Çözümler de daha çok genel ekonomik önlemlerle veya zorunlu hizmet gibi, aslında liberal ekonomiyle açıklanamayacak uygulamalarla oluşturulmaya çalışılıyor. Boşluklara dikkat edilmezse hem devlet hem de özel sektör hastaneleri için zor bir yıl olacağa benziyor.

Akademik sağlık merkezleri 2007’yi güç bela geride bırakıp 2008’e başlarken karşılaşacakları zorlukları hesaplamaya çalışıyorlar. Ülkemize özgü anlayış nedeniyle akademik sağlık merkezleri kendilerini daha çok özelleşmiş sağlık hizmetleri alanında geliştirdikleri, eğitimi daha çok ulusal platformda değerlendirdikleri ve uluslararası rakiplerine göre gelir getiren araştırmalarda yeterli düzeye gelemedikleri için, sağlık hizmeti sunumu ile ilgili olarak yapılan her türlü mali düzenlemeden aşırı miktarda etkileniyorlar. Develete ait araştırma fonlarının kısıtlanması da onları zorluyor. Sundukları sağlık hizmetinin geri ödemlerinin zamanında olması mali dengeleri açısından çok önemli gözüküyor. 2008’de daha fazla hastanın akademik sağlık merkezlerinden yararlanması için gerekli bürokratik düzenlemeler yapıldı. Öte yandan akademik merkezlerin hizmet, eğitim ve araştırma arasında önemli boşluklar oluşmamasına çok dikkat etmesi gerekiyor.

Hasta ve hasta yakınları açısından bazı önemli gelişmeler var; artık çok daha farklı sağlık kuruluşuna ulaşabiliyorlar. Sağlık hizmeti almak için yaptıkları arayışlarda öncelikle ekonomik gerçekler belirleyici oluyor. Yine de yıllardır ulaşamadıkları bir çok olanaktan yararlanabiliyorlar. Öte yandan, hasta ve hasta yakınlarının daha çok tüketici yaklaşımı ile baktıkları bu yeni olanaklarla, nitelikli sağlık hizmeti anlayışı arasında da çok büyük bir boşluk var. Hastaları, yakınlarını ve genelde toplumu sağlık sorunları konusunda bilgilendirmek için hazırlanan görsel, işitsel ve yazılı kaynakların içeriği ile nitelikli bilinçlendirme/bilgilendirme kavramı arasında da bir boşluk yer alıyor.

Hızından herkesin başının döndüğü ve bilgilendirmenin sınırlı kaldığı bu değişim sürecinden en fazla etkilenen grup ise sağlık çalışanları. Hem ileriye dönük belirsizlikler hem de çok boyutlu değişim rüzgarı nedeniyle büyük bir tedirginlik içerisindeler. Kendilerinden başka bir meslek grubunun, sürecin “nitelik” ve “ilkeler” bölümünü değerlendiremeyeceğini çok iyi biliyorlar. Süreci anlamak ve katkıda bulunmak istiyorlar; çünkü mesleklerinin temelinde yer alan ilke ve niteliklerin aşınmasından veya yitmesinden kaygılanıyorlar. Eğer bu konuda bir “boşluk” oluşacak olursa, kendilerinin değil hasta ve yakınlarının, sonuçta da sağlık sisteminin ve mesleklerinin yara alacağından korkuyorlar. Bu nedenle 2008’e girerken “boşluklara” herkesten fazla dikkat ediyorlar.

KOLERA GÜNLERİNDE AŞK ve GENÇ KALMANIN SIRRI

Migros’a günlük alışverişini yapmaya giderken, komşu eczanenin girişinde birdenbire “sonsuza kadar genç kalmanın sırrı” ile ilgili duyuru ile karşılaşmak, yılbaşı çekilişinde milli piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmaktan daha çekici gelebilir. Duyuru da sadece adı yer alan bir “doktor”, sonsuza kadar genç kalmanın sırlarını randevu alan herkese (genetik yapısı, yaşı, risk faktörleri ve mevcut sorunları ne olursa olsun) aktarıyor. Ancak bu duyuruyu hangi Migros’un yakınına asacağınızı da iyi belirlemeniz gerekiyor; işsizliğin ve eğitimsizliğin genç nesiller üzerinde olumsuz etkiler gösterdiği bir mahalle çok doğru bir seçim olmayabilir.
Yüzyıllardır şarlatanlar ve doktorluk diplomalarını daha hızlı ve fazla para kazanmak için kullanmak isteyen “quack”lerin insanları etkileri altına almak için en çok tercih ettikleri temalardan birisi “sonsuz gençliğin sırrı”dır. Günümüzde medya aracılığıyla büyük kitlelere ulaştırılan, endüstrileşmiş ve son derece etkili bir “yaşlanmayı önleme” (anti-aging) pazarı var. Cilt bakımları, losyonlar, kremler, değişik vitaminler ve mineraller, “spa” lar ve masajlar yoğun bir şekilde pazarlanıyor. Gerçekten yaşlanma sürecini durdurmanın ve sonsuza kadar genç kalmanın sihirli bir formülü var mı?
Bir çok eleştirmene göre yaşlanmak ile ilgili olarak yazılmış olan en önemli eser, Nobel edebiyat ödüllü yazarlardan Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” adlı romanıdır. Paris’te tıp öğrenimini tamamlamış olan Dr. Juvenal Urbino de Calle, Güney Amerika’daki ülkesine dönmüş, Kolombiya’nın eski bir İspanyol sömürgesi olan kasabasında doktorluk yapmaktadır. Batı dünyasının akılcılığı ve bilimselliği ile, “yeni dünyanın” kaderciliği ve kırsal yaşantı tarzı karşı karşıya gelmektedir. Romanın başlangıcında, Dr. Urbino satrançtaki en ciddi hasmının ve yakın arkadaşının evine polis tarafından çağrılır. Evine gittiği zaman havadaki badem ve siyanür kokusundan sağlık sorunları olan arkadaşı Jeremiah de Saint-Amour ‘un intihar etmiş olduğunu anlar. Çok sevdiği Haitili güzel sevgilisi geri dönmüş olmasına karşın, yıllar önce söylediği gibi, 60 yaşını tamamladığı için hayatına son vermiştir. Arkadaşının ölümü üzerine 81 yaşındaki Dr. Urbino “Koca aptal…en zor kısmı sona ermişti” der. Eserin devamında Dr. Urbino bu zorlukların ne olduğunu tek tek anlatır. Gençliğinde son derece olağan olarak gördüğü tuvalete gitmek Dr.Urbino için giderek zorlaşmıştır, hatta son birkaç yıldır “sanki bir kadın gibi” oturarak idrar yapmak zorunda kalmıştır. Son beş yıldır karısı bir bebekmişçesine , ona banyo yaptırmakta ve giydirmektedir. Zihinsel yeteneklerinde de belirgin bir gerileme olmuştur; unuttuğu için son birkaç yıldır arkadaşı Saint-Amour ile satranç oynarken her hamleyi not almak zorunda kalmıştır. Ama Dr. Urbino’nun “en zor kısmı sona ermişti” diye bahsettiği konu cinsel hayatı ile ilgili olandır. Romanın diğer bir kahramanı olan Florentina Ariza ise ilerlemiş yaşına ve yılların neden olduğu yapısal ve işlevsel değişikliklere karşın, sevginin (aşkın) ve umudun yaşlanmayı engelleyen en önemli çareler olduğunu okuyucuya kanıtlar.
Romanın adında yer alan kolera enfeksiyonu da konunun ve karakterlerinin bağlantısında çok önemli rol oynamaktadır. Fermina’nın karın ağrıları başlayıp babası da kolera olmasından korkunca Dr. Urbino’yu eve çağırır. Dr. Urbino sorunun kolera olmadığına karar verdiğinde aynı zamanda müstakbel eşi ile de tanışmış olur. Enfeksiyonun yayılmasından sorumlu olan Magdalena nehri ve üzerinde seyreden “Yeni Sadakat” adlı nehir gemisi de romanın önemli öğelerindendir; “kolera bayrağı” çekilmiş olarak Fermina ve Florentina’nın yolculuklarını başlatır.
Gösterime yeni giren Kolera Günlerinde Aşk adlı filmde, romanın derinliğini ve ayrıntılarını bulmak mümkün değil. Filmin senaristi “Piyanist” filminden tanıdığımız Ronald Harwood ve yönetmeni Mike Newell (Dört Nikah Bir Cenaze). Birlikte görsel açıdan eşsiz bir sinema yapıtı gerçekleştirmişler. Öte yandan romanın önemli temaları olan; yaşlanmanın güçlüklerine, Avrupa tıp anlayışının 19. Yüzyıl Kolombiya’sında kabul ettirilmesindeki zorluklarına ve akılcılığa dayanan Batı felsefesi ile kaderciliğe dayalı kırsal hayat arasındaki çelişkilere filmde çok yüzeysel bir şekilde değinilmiş. Filmin odaklandığı konu Florentino Ariza ve Fermina Daza arasında başlayan, kesintiye uğrayan ve yıllarca - tamı tamına 51 yıl, 9 ay ve 4 gün - sonra, tekrar devam eden aşka odaklanıyor.
“Kolera Günlerinde Aşk” bazı eleştirmenlerin “romanı okuyamıyorsanız hiç olmazsa filmini izleyin” dedikleri bir başyapıt. Umut ve sevginin, yaşlanmayı önleyen sihirli karışım olduğunu başta somut bulmayabilirsiniz. Öte yandan Marquez’in formülü, pazarlanan “anti-aging” yöntemleri ile ilgili bilimsel verileri incelendiğinde, çok daha evrensel ve gerçekçi gözüküyor.

HEMŞİRELİK KANUNU

Kanun Numarası : 6283
Resmi Gazete
Tarih: 2.3.1954; Sayı: 8647

Madde 1 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Türkiye’de üniversitelerin hemşirelik ile ilgili lisans eğitimi veren fakülte ve yüksek okullarından mezun olan ve diplomaları Sağlık Bakanlığınca tescil edilenler ile öğrenimlerini yurt dışında hemşirelik ile ilgili, Devlet tarafından tanınan bir okulda tamamlayarak denklikleri onaylanan ve diplomaları Sağlık Bakanlığınca tescil edilenlere Hemşire unvanı verilir.
Bu kanunun yürürlüğe girmesinden evvel usulüne göre hemşirelik sınıfına alınmış olanlar sanatlarını yapmaya ve hemşire unvanını kullanmaya devam ederler.

Madde 2 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 3 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Türkiye’de hemşirelik mesleğini bu Kanun hükümleri dahilinde hemşire unvanı kazanmış Türk vatandaşı hemşirelerden başka kimse yapamaz.

Madde 4 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Hemşireler; tabip tarafından acil haller dışında yazılı olarak verilen tedavileri uygulamak, her ortamda bireyin, ailenin ve toplumun hemşirelik girişimleri ile karşılanabilecek sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını belirlemek ve hemşirelik tanılama süreci kapsamında belirlenen ihtiyaçlar çerçevesinde hemşirelik bakımını planlamak, uygulamak, denetlemek ve değerlendirmekle görevli ve yetkili sağlık personelidir. Ayrıca aile hekimliği uygulamasına ilişkin kanun hükümleri ile bu Kanuna dayanılarak yürürlüğe konulan mevzuattaki görevleri de yaparlar.
Hemşirelerin birinci fıkrada sayılan hizmetlerde çalışma alanlarına, pozisyonlarına ve eğitim durumlarına göre görev, yetki ve sorumlulukları Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.

Madde 5 - Hemşire okulundan mezun hemşireler mecburi hizmetlerini bitirip memuriyetten ayrılınca; mecburi hizmeti olmayan hemşire okulu mezunları istedikleri vakit sanatlarını serbestçe yapabilirler.
Serbest çalışacak hemşireler lüzumlu vesikalarını bir dilekçeye bağlayarak mahallin en büyük sağlık amirine verirler. Serbest çalışan hemşire ev adresiyle çalışmak istediği yerde bir değişiklik olduğu takdirde bir hafta içinde aynı makama haber vermeye mecburdur.

Madde 6 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 7 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 8 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Lisans mezunu hemşireler meslekleriyle ilgili lisansüstü eğitim alarak uzmanlaştıktan ve diplomaları Sağlık Bakanlığınca tescil edildikten sonra uzman hemşire olarak çalışırlar.
Hemşireler meslekleri ile ilgili olan özellik arz eden birim ve alanlarda belirlenecek esaslar çerçevesinde yetki belgesi alırlar. Yetki belgesi alınacak eğitim programlarının düzenlenmesi, uygulanması, koordinasyonu, belgelendirme ve tescili ile kredilendirme ve yetki belgelerinin iptali gibi hususlar, Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.

Madde 9 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Hemşirelikle ilgili yönetim görevlerinde lisans ve lisansüstü eğitime sahip hemşirelerin rüçhan hakları vardır.

Madde 10 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 11 - 3 üncü madde hükümlerine riayet etmeyen, dördüncü maddede yazılı vazife ve salahiyet hudutlarını tecavüz eden ve 5 inci maddenin ikinci bendi hükmünü yerine getirmeksizin serbest çalışan hemşirelerden (50) liradan (200) liraya kadar hafif para cezası alınır.

Madde 12 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 13 - 1219 sayılı kanunun 64 üncü maddesiyle 3017 sayılı kanunun 4253 sayılı kanunla değiştirilen 61 inci maddesi hükümleri kaldırılmıştır.

Madde 14 - 4862 sayılı kanun ile bu kanunun eklerine bağlı kadro cetvellerindeki başhemşire, hemşire, ziyaretçi başhemşire, ziyaretçi hemşire ve ebe kadroları kaldırılmış ve onların yerine bu kanuna bağlı (1) sayılı cetvel eklenmiştir. Ekli (1) sayılı cetveldeki kadrolar, doğum evleri, nisaiye klinikleri ve sağlık merkezlerine tayin olunacak ebeler hakkında da tatbik olunur.
Ekli (2) sayılı cetveldeki kadrolar 1954 mali yılında kullanılamaz.

Geçici Madde 1 - (6283 sayılı Kanunun kendi numarasız geçici maddesi olup teselsül için numaralandırılmıştır.)
Bu kanunun neşrinden evvel hastabakıcılık yapmakta olanlardan yedinci maddeye göre hemşire yardımcılığına talip olanlar jüri huzurunda ehliyetlerini ispat ettikleri takdirde hemşire yardımcısı olabilirler.

Madde 15 - Bu kanun 28 Şubat 1954 tarihinden itibaren mer'idir.

Madde 16 - Bu kanunun hükümlerini icraya Maliye ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilleri memurdur.

GEÇİCİ MADDE 2 – (Yeni: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce hemşirelik ve hemşireliğe eşdeğer sağlık memurluğu programlarından mezun olanlar ile halen bu programlarda kayıtlı bulunan öğrencilerin kazanılmış hakları saklıdır.
Hemşirelik eğitimine eşdeğer sağlık memurluğu programlarından mezun olanlar hemşire olarak çalışırlar.
Hemşirelik eğitimine eşdeğer sağlık memurluğu programının adı, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren hemşirelik programı olarak değiştirilir ve programlar birleştirilir.
Bir defaya mahsus olmak üzere, ebelik diplomasına sahip olduğu halde bu Kanunun yayımı tarihinde en az üç yıldan beri yataklı tedavi kurumlarında fiilen hemşirelik görevi yaptığını resmi belge ile belgelendiren ve bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde talepte bulunanlar hemşirelik yetkisiyle görevlerine devam ederler.
Üniversitelerin hemşirelik programlarında ülke ihtiyacını karşılayacak yeterli kontenjan oluşturulmak üzere 5 yıl süre ile sağlık meslek liselerinin hemşirelik ve hemşireliğe eşdeğer sağlık memurluğu programlarına öğrenci alınmasına devam olunur ve bu programlardan mezun olanlara hemşire unvanı verilir.