saglık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
saglık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2008 Pazar

YAŞAMLA ÖLÜM ARASINDA BİR ALAN : YOĞUN BAKIM

SAĞLIK/GÜNCEL: Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 02-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Uzmanlık eğitimini aldığım üniversite hastanesinin beşinci katının sonunda yer alan kapalı kapıların ardında yer alan yoğun bakım beni hem kendine çeken, hem de ürküten gizemli bir yerdi. Orada “gerçek” sağlık hizmetinin sunulacağını, hayatların mutlaka kurtulacağını ve eğitimim için çok yararlı olacağını düşünürdüm. Ancak uzmanlık eğitimimin başında, özellikle geceleri bu çok önemli sorumluluğu taşımak beni endişelendirirdi. Yoğun bakımda geçireceğim üç aylık sürenin üçüncü günü gün içinde yatırılan beş ağır hastanın beşini de 24 saat içinde kaybedince tedirginliğimin hiç de yersiz olmadığını anladım. Yoğun bakımdaki ilk ayımın sonunda Kızılay’a öğle tatili sırasında yolum düştüğünde, resmi dairelerden piyasa için yüyüşe çıkmış memurlara bakıp, aslında normal ve sağlıklı insanların yaşantısına ne kadar yabancılaştığımı fark ettim. Öte yandan bir çok mucize de bu ortamda gerçekleşiyordu: minicik bebekler 4 ay sonra evlerine gidiyor, sokakta aniden hayatını kaybedip yeniden canlandırılma uygulandıktan sonra yatırılan hastalar teşekkür edip evlerine yürüyerek dönüyor, durmuş olan organlar tek tek çalışmaya başlıyordu.

Bu hafta başkent Ankara 4. Ulusal Dahili ve Cerrahi Bilimler Yoğun Bakım Kongresine evsahipliği yapacak. Ağırlığı bir kilogramı bile bulmayan, erken doğan bebeklerden, yaşamanın sonuna yaklaşmış çözümsüz sağlık sorunları olan ileri yaşlı insanlara, büyük bir kaza veya ameliyat sonrası sağlığına kavuşturulmaya çalışan hastalardan, felç geçiren, enfeksiyon nedeniyle organları iflas noktasına gelmiş olan her yaştan insanın yatırıldığı özel alanlar yoğun bakımlar. Amaç önce onları hayatta tutmak, daha sonra sağlık sorunlarını gidermeye çalışmak, iflas eden organları desteklemek ve en basit ihtiyaçlarını bile yerine getiremeyen insanlara kusursuz bir hemşirelik hizmeti vermek. Çevresindeki elektronik monitörler, solunum ve böbrek makinaları yer alan, vücuduna değişik kateterler ve sondalar giren, başucunda sayısız serum ve ilaç bulunan, çoğu kez sargılar içinde bilinçsiz yatan bir yoğun bakım hastası her gün bu ortamda çalışan sağlık çalışanları için bile korkutucu olabiliyor. Yoğun bakım ortamları hasta güvenliği açısından da hastanelerin en riskli alanlarını oluşturuyorlar; en dirençli ve tehlikeli hastane enfeksiyonları gerekli önlemler alınmazsa hızla yayılıyor, karmaşık tıbbi tedavilerin olumsuz sonuçlanmaması için çok sıkı kurallara uyulması gerekiyor. Yoğun bakım hemşirelerine de hastaların akciğerine değişik maddelerin kaçmaması, yatak yarası açılmaması, enfeksiyonların önlenmesi için çok özenli bir bakım vermesi gerekiyor. Yoğun bakımlar hem yaşamımızın hem de yaşantımızın sonunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda.

Yoğun bakım kavramının nasıl geliştiğini öğrenebilmek için 1952 sonbaharına, Kopenhag’a geri dönmek gerekiyor. O yıl Kopenhag’da düzenlenen çocukfelci (polio) kongresinden sonra ortaya çıkan çocukfelci salgını yazın sonuna doğru çocukları tek tek yatağa düşürmeye başlamıştı. Çocukların önce harekeleri sağlayan kasları devre dışı kalıyor, daha sonra da solunumlarını sağlamaya çalışan kaslar etkileniyordu. Bu noktaya gelindiğinde artık o çocuk için yapılacak bir şey kalmıyordu. Zavallı çocuklar, uykudan aniden uyanırcasına irkiliyor ve bir parça oksijen alabilmek için inanılmaz bir gayret gösteriyorlardı. Küçücük çocukların saatler içinde yaşlandığını görebilmek mümkündü. Daha sonra renkleri bembeyaz oluyor, aşırı terleme başlıyor ve bir saat içinde solunumları duruyordu.

Kopenhag’daki Blegdam Hastanesi bu salgına çok hazırlıklı yakalanmamıştı. O dönemde solunumu duran hastalar için kullanılan çelik akciğer tipi bir adet büyük makina ile sadece göğüs kafesinin üzerine yerleştirilen altı küçük çelik akciğerleri vardı. Kayıtlar son on yılda sadece on çocukfelci olgusunun yatırıldığını gösteriyordu. Oysa Ağustos sonuna gelindiğinde hastaneye bir günde salgından etkilenen elli tane çocuk yatırılmaya başlandı. Çocukların neredeyse %80’i kaybediliyordu. Yeni çelik akciğerler bulmaya çalışmak çözüm olmayacaktı. Hastane başhekimi Dr. Lassen, bir çözüm oluşturabilmek amacıyla toplantılar düzenliyor ve değişik hekimlerle görüşüyordu. Anestezi bölümünden, daha çok teknik becerileri ile tanınan Dr. İbsen’le de konuşmaya karar verdi. Koğuştaki çocukları ve otopsi bulgularını izledikten sonra Dr. Lassen ve Dr. İbsen, kulak, burun ve boğaz hastalıkları uzmanı ile görüşerek yepyeni bir tedaviyi uygulamaya karar verdiler. İlk hastaları solunum yetmezliğinden morarmış olan Vicki adındaki bir kızdı. Kulak burun ve boğaz cerrahı Vicki’nin boğazında bir delik açtı, Dr. İbsen bu delikten bir tüp yerleştirdi ve bir torba aracılığıyla belirli aralıklarla Vicki’nin akciğerlerine hava pompaladı. Dakikalar içinde rengi ve durumu düzelen Vicki daha sonra tam olarak iyileşti.

Eylül’de Blegham Hastanesine gidenler gözlerine inanamadılar. Yetmişerli iki sıra halinde dizilmiş yatakların her birinde çocukfelcine yakalanmış felçli bir çocuk yatıyordu. Hepsinin boğazlarında bir delik (trakeostomi) ve içinde bir tüp vardı ve daha uzun bir tübün ucundaki plastik torbanın başında genç bir tıp öğrencisi oturuyordu. Bir kaç saniyede bir bu torbayı sıkarak hasta çocuğun akciğerlerine oksijen pompalıyordu. Tıp öğrencileri 6 saatte bir nöbet değiştiriyordu. 1500 tıp öğrencisi, 6 ay süreyle, 165.000 saatten uzun bir sürede o torbayı sıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu süreçten fiziksel ve psikolojik olarak çok etkilendiler. Ama bu süre içinde ümitsizlikten çok bir dayanışma ve hastalığa karşı direnme atmosferi hissettiklerini belirttiler. Bu çabalarının karşılığını da fazlasıyla gördüler; solunum yetmezliğine giren çocukların %80’i değil sadece %10’u kaybedildi.

Blegdam hastanesinde yaşananlar yardımlı solunum tedavisinin ve organ yetmezliği olan hastalara özel birimlerde, bire bir tedavi ve bakım verilmesi kavramının başlangıcı oldu ve kısa sürede “yoğun bakım birimlerine” dönüştü. Yoğun bakımların Avrupa kıtasında ve Amerika’da kısa sürede sayıları hızla arttı. Kalp cerrahisi veya kanser cerrahisi gibi büyük ameiyatlardan sonra, hastaların aşamalı olarak iyileşmelerine olanak veren bu birimler sayesinde daha zor ameliyatlar çok düşük ölüm oranları ile gerçekleştirilmeye başlandı. Günümüzde özelleşmiş altyapıları ve uzmanlaşmış çalışanları ile yoğun bakım birimleri yaşamla ölüm arasındaki sınırı korumaya devam ediyorlar.

UYANIŞLAR

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 9-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Viyana’dan başlayan bir salgın bir çok kişiyi etkilemişti. 1917’de birden bire başlayan bu salgın daha sonra başladığı gibi 1928’de aniden ortadan kayboldu. Salgın sıraında enfeksiyondan ve ilişkili sağlık sorunlarından yaklaşık 5 milyon kişi öldü. Beyin dokularında enfeksiyona neden olan bu hastalıktan (ansefalit letarjika) kurtulabilenlerde iz olarak bir çok nörolojik sorun geride kaldı. Bazı hastalar konuşma ve hareket yeteneklerini kaybedip sanki bir heykele dönüşüyorlardı. Enfeksiyonun akut döneminde bazı hastalar koma haline geçip o şekilde kalıyorlardı. Enfeksiyona hangi mikroorganizmanın neden olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atıldı. Bir görüşe göre, “ansefalit letarjika” adı verilen bu durum aslında, aynı yıllarda dünyayı kasıp kavuran İspanyol gribinin bir komplikasyonuydu. Hastalık ortaya çıktığında ne yapılırsa yapılsın hastayı denetim altında tutmak mümkün olmuyordu.



Aslen İngiltere doğumlu olan bir nörolog olan Dr. Oliver Sacks New York dışındaki Beth Abraham Hastanesine bağlı bir enstitü olan Mount Carmel’de çalışıyordu. Enstitüde beyin enfeksiyonu (ansefalit) sonucunde Pakinson hastalığına benzeyen sorunları olan tam 80 hastası vardı. Bu sorun onların her türlü davranışlarını etkiliyordu; adeta kitlenmiş gibiydiler. O dönemde Parkinson hastalarında mucize yaratan bir ilaç olan levodopa’yı bu hasta grubunda denemeye karar verdi. Tedavi sırasında hastalardaki gelişmeler ve kendi izlenimleri ile igili ayrıntılı kayıtlar tuttu. Bu kayıtlar çok uzun süre iç dünyalarında kilitlenmiş olan bu hastaların ilaca yanıt verdikleri zaman yaşadıkları deneyimin her zaman peri masalı niteliğinde olmadığını gösteriyor. Erkek hastalardan birisi tedaviye başlangıçta çok iyi yanıt verip, ilk 6 haftada hayatında kendini hiç bu kadar iyi hissetmediğini belirtmesine karşın, daha sonra ilacın çok küçük dozlarında bile çok şiddetli yan etkiler yaşamaya başladı. Başka bir hasta, yine başlangıçta çok olumlu bir klinik seyir gösterirken daha sonra birden saldırganlaşmaya başladı. Bir ayakkabı tamircisinde işe başlatılınca psikolojik sorunları giderilmiş oldu ve levodopa tedavisine devam etti. 1926 yılında henüz 21 yaşında bir genç kızken hastalığa yakalanan bir başka hasta, 1969’da uyandığında bu zaman farkına uyum sağlayamadı ve 1926’da yaşamaya devam etmeyi tercih etti, levodopaya yanıt vermemeye başladı.



Dr. Sacks hastalarına sadece ilacı dikkatli bir şekilde vermedi, aynı zamanda onlar hakkında kaygılandı. Sürekli destek sağladı ve ayrıntlı notlar aldı. Değişik sağlık sorunlarında kullanılan tedavilere verilen yanıtın son derece karmaşık olduğu; çevresel, psikolojik ve sosyal bir çok etkenin tedaviye verilen yanıtın önemli belirleyicileri olduğu Dr. Sacks’in tuttuğu ayrıntılı notlardan bir kez daha açık bir şekilde anlaşıldı. Başka bir deyişle “tedavi etmek” hastalara yeni bir ilaç vermekten ibaret değildi.



Dr. Sacks’in bu kayıtları sanat dünyasında da yansımalarını buldu. Anılarının yer aldığı “Uyanışlar”(Awakenings) adlı kitaptan yola çıkılarak aynı adı taşıyan bir film gerçekleştirildi. Penny Marshal’ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde Robert DeNiro ve Robin Willams önemli rolleri paylaştı.



Benzer bir olay bir hafta önce İngiltere’de yaşandı. 2001 yılında aniden komaya giren ve şu anda 23 yaşında olan bir genç kadına Kent şehrinde deneysel bir uyku ilacı olan Zolpidem verilmeye başlanınca uyanma belirtileri gözlendi. Artık kendisi nefes alabiliyor, kokusu belirgin olan besinlere karşı reaksiyon gösteriyor ve odasının içindeki eşyaları gözleri ile izleyebiliyor. Annesi ilacı aldığı zaman kızının hatlarının gevşediğini ve kendisi ile bir çeşit iletişim kurabildiklerini söylüyor. Doktorlar ise bu iyileşme süresinin yıllar sürebileceğini ve çok dikkatli bir desteğe gereksinim olduğunu söyleyerek ihtiyatlı davranıyorlar.



1994’de kamyon çarpması sonucu komaya giren Güney Afrikalı bisikletçinin bir daha kendine gelemeyeceği düşünülüyordu. Kazadan 5 yıl sonra, hastanın huzursuz olduğunu düşünen hemşireleri ona Zolpidem verdiler. Uykuya dalacağını düşünürken 25 dakika sonra aniden uyanan hasta “merhaba anne” dedi. Bu tarihten sonra ilaçla ilgili bir araştırma yürütülmesine karar verildi. Kent şehrindeki genç kadın, 360 araştrıma hastasından birisi. Daha önce Zolpidem verilen 200 hastanın büyük çoğunluğu “bitkisel hayat”ta olan bireyler, inme geçirmiş olan hastalar daha az sayıda. Bu hastaları % 60’ına bir çeşit olumlu yanıt alındığı söyleniyor. Umut tacirliği yapmamamk için son derece dikkatli bir şekilde yürütülen bu yeni klinik çalışma başlatılmış durumda. Özellikle ilaç üretici firma, bazı bildirilmlerin abartılı ve yanıltıcı olduğunu ve bu nedenle klinik çalışmanın sonuçlanması gerektiğini açıklıyorlar.


Dünyadaki binlerce hastanın yakınları Zolpidem çalışmasının sonuçlarını merakla ve sabırsızlıkla bekliyorlar. Ancak bu hastaların beyin fonksiyonlarını geri kazanmalarının “uykudan uyanmak” kadar basit bir olay olmayacağını biliyoruz. Nasıl bir süreç yaşanacağını ve eğer günün birinde uyanırlarsa gerekecek destekleri öğrenmek isteyenler “Uyanışlar”ı bir kez daha okuyabilir veya izleyebilirler

Gelecekteki Sağlık Durumunuzu mu Merak Ediyorsunuz? İdrar Tetkiki Yaptırın!

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 16-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

On yedinci yüzyılda kraliyet ailesinin bir üyesi rahatsızlandığı zaman, derdine deva bulması amacıyla çağrılan doktorun teşhis koymak için çok fazla aracı ve olanağı yoktu. O dönemde bir tansiyon aleti, derecesi, hastanın göğüs ve kalbini dinlemek için steteskopu veya kulağına bakmak için bir otoskopu yoktu. Ne bir röntgen çektirebilir ne de laboratuar tetkikleri yaptırabilirdi. Doktorlar tarafından en çok başvurulan tanı yöntemlerinden birisi, hastanın idrarını balon şeklindeki bir cam kavanoza koyup ışığa tutarak incelemekti. İdrarın gözle incelenmesi sonucunda tanılar konulur ve tedavi yöntemleri geliştirilirdi. 1664 yılında Hollanda, Leiden’de Sylvius’un öğrencilerinden birisi olan Frederick Dekkers kayıtlarına şunları yazdı : “Hastanın idrarını ateşte ısıttığım zaman kısa süre içinde süte benzeyen bir görünüm aldı. Üzerine bir iki damla asetik asit ekleyip soğuttuğum zaman da yağlı kısmı kavanozun üzerinde kalırken katı kısmı dibe çöktü”. Bu notlar tarihte “idrarda albumin bulunması” konusundaki ilk kayıtlar olarak kabul edildi. 1816 Londra’sında Richard Bright daha önceleri birbirlerinden bağımsız olduğu düşünülen üç bulguyu bir araya getirdi: idrarın katılaşıp süt kıvamı alması, böbreklerin küçülüp sertleşmesi ve hastaların vücuduyla birlikte yüzlerinin soluklaşıp şişmesi. Bu yeni bakış açısı, böbrek hastalıkları konusundaki gelişmelerin yolunu açtı ve Dr. Bright’da böbrek hastalıkları uzmanlarının (nefrologların) babası unvanını almış oldu.



Öte yandan böbrek hastalıkları ile gelişmeler 1940’lı yıllara kadar istenen hızda olmadı. 1940’lı yıllarda Londra bombalanırken, enkazın altında kalıp vücutları ezilen insanlarda ani olarak gelişen böbrek yetmezlikleri ile ilgili önemli bulgular elde edildi. Ama böbrek hastalıkları ile ilgili en önemli gelişme, Dr. Homer Smith’in “Sağlıkta ve Hastalıkta Böbrek İşlevleri” adlı kitabını yazması ile gerçekleşti. 1960’lı yıllarda ise iç hastalıklarının en genç uzmanlık alanlarından birisi olan “nefroloji” (böbrek hastalıkları) konusunda eğitim verilmeye başlandı.



Kamuoyundaki genel kanı, böbrek hastalıkları doktorlarının (nefrologların) ilgi alanının “diyaliz” ve “böbrek nakilleri” olduğu konusundadır. Belki bu liste ender görülen bazı kalıtsal hastalıklar ve nefritler ile geliştirilebilir. Oysa böbrek hastalıkları ne ender görülen hastalıklardır, ne de böbrek hastalıkları uzmanlarının ilgi alanı bu kadar dardır. Bir çok toplum araştırması her 10 erişkinden birinde böbrek hastalığı olduğunu göstermektedir. Ülkemizde en az 6 milyon kişinin şeker hastası ve 10 milyondan fazla kişinin yüksek tansiyon hastası olduğu bilinmektedir. Sigara tüketiminde Türkiye dünyada yedinci sırada yer almaktadır. Kalp ve damar hastalıkları konusunda da ülkemizin karnesi hiç de parlak değildir. Bu etkenlerin doğal sonucu olarak diyalize giren hastaların dörtte üçünden fazlasını, şeker ve yüksek tansiyon hastaları oluşturmaya başlamıştır.



Böbrek hastalıklarının, öncelikli bir toplum sağlığı sorununa dönüştüğünün fark edilmesinden sonra, teşhis için kolay ve ucuz tarama yöntemleri bulunmaya çalışılmıştır. Araştırmalar iki konuda yoğunlaşmıştır: 1) Böbreklerin zararlı maddeleri temizleme hızındaki azalmayı ortaya koyan yöntemler, 2) Böbreklerin, adeta bir elek gibi, yararlı maddeleri kanda tutma özelliklerindeki bozulmayı gösteren testler. Yirmibirinci yüzyılın başında yürütülen bu çalışmalar, bize 16. yüzyıldaki meslektaşlarımızın izinden yürümemiz gerektiğini göstermiştir. Herhangi bir kişinin, (tercihan) sabah ilk idrarını temiz bir kaba koyup, laboratuarda özel bir yöntemle az miktarlarda albumin olup olmadığının araştırılması çok önemli veriler sağlamaktadır. Normal idrar tahlillerinde saptanamayan az miktardaki bu albumine “mikroalbumin” adı verilmektedir.



Bir yüksek tansiyon hastasının idrarında mikroalbumin bulunması halinde, o hastanın böbrek hasarı olduğunu ve ileride böbrek yetmezliği açısından özel bir riski olduğunu anlıyoruz. Erişkin yaşta şeker hastalığı tanısı konulan her dört hastadan birinde, idrarda “mikroalbumin” olduğunu ve böbrek yetmezliği risklerinin azaltılması gerektiğini biliyoruz. Amacımız sadece mikroalbumin varlığını belirlemek değil, aynı zamanda idrardaki mikroalbumin miktarını azaltmak. Çünkü idrardaki bu proteinin miktarı ne kadar fazlaysa risk o kadar artıyor Bu konuda son derece etkili olan ilaçlarımız olduğundan, 10 yıl öncesine göre daha fazla başarılı oluyoruz.



Araştırmalardan ortaya çıkan önemli bir başka sonuç daha var; idrardaki mikroalbumin aynı zamanda kalp ve damar hastalıkları açısından da çok önemli bir belirleyici. Bir insanın idrarında mikroalbumin varsa kalp krizi, inme ve damar hastalıkları gelişme olasılığında önemli bir artış oluyor. Kanda kolesterol ölçülmesi kadar önemli bilgiler sağlıyor. Aynı şekilde, idrardaki albumin miktarını azaltarak kalp ve damar hastalıklarının riskini azaltmak da mümkün oluyor.



14 – 18 Kasım 2007 tarihleri arasında düzenlenecek 24.Ulusal Nefroloji, Hipertansiyon, Diyaliz ve Transplantasyon Kongresinde hiç kuşkusuz ki üzerinde en çok konuşulacak konulardan birisi bu yeni yaklaşımlar olacak. Hepimizin ortak dileği sağlık çalışanlarının bu son derece basit ve ucuz idrar tetkikini günlük uygulamlarının ayrılmaz bir parçası haline getirmeleri. Hasta ve yakınlarının da, ileriye dönük risklerini araştırırken; çok para harcamadan, radyasyon almadan ve hemen her sağlık kuruluşunda yaptırabilecekleri idrarda mikroalbumin testinin öneminin farkında olmaları. Çünkü geçen yüzyıllar idrar tekikinin öneminden bir şey azaltmadığı gibi daha da önemli hale getirmiş durumda.

MEZUNİYET SONRASI EĞİTİM ve KONGRELER

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 23-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Bir sağlık çalışanı günlük çalışma hayatımda hastalarımın sorunlarına tanı koyarken, tedavi ederken veya uzun süreli bir hastalığı olan bir hastasını izlerken sizce ne sıklıkla bilgiye erişme gereksinimi duyar? Yanıt size şaşırtıcı gelse de artık bu gereksinim anlık hale gelmiştir. Üretilen ve paylaşılan yeni bilgiler her zaman bir yeniliğin müjdecisi değildir. Bir ilacın olumsuz etkilerinin açıklanması veya yeni bir salgının bildirilmesi de, karşımıza ilk çıkan hastada bazı uygulamlarımızı değiştirmemiz veya hemen belirli hastalarımıza ulaşmamızı gerektirebilir. Örneğin daha önce böbrekleri yetersiz çalışan hastalarda görüntüleme gerektiğinde, hastaya enjeksiyonla verilecek olan boya maddeleri böbreklerde hasar yaratmasın diye daha çok manyetik rezonans (MR) yönetmini tercih ederken, e-posta ile ulaşan yeni bir yayın artık bu yöntemin sanıldığı güvenli olmadığını haber verebilir. Bize düşen görev o gün için böbrek hastalarımızdan birinde planladığımız bir ilaçlı MR tetkiki varsa randevuyu iptal etmektir. Küreselleşme akımının etkisinde olan dünyamızda, internet ve bilgiişlem teknolojileri sayesinde bilgileri büyük kitleler artık eş zamanlı paylaşmaktadır. Üstelik biyoloji ve tıbbi bilim dallarındaki bilgi üretimi başdöndürücü bir hızla artmaktadır. Yapılan hesaplamalar tıp bilgisinin her dört yılda bir en az iki katına çıktığını göstermektedir.



Aynı bilgiişlem teknikleri ulaşmak istediğimiz bilgi kaynaklarına ve eğitim programlarına erişimimizi de çok kolaylaştırmıştır. Çok değil 10 yıl önce sadece kitaplarında yer alan adlarından tanıdığımız ünlü akademisyenlerin, görüntülü konferanslarını internet ortamında izlemek olanaklı hale gelmiştir. Her gün gelen e-postalar değişik mesleki dergilerde yayınlanan önemli yayınların özetlerini bize ulaştırmaktadır. Bu kolaylıkların katkısı yadsınamamakla birlikte, getirdiği iş yükü de bir o kadar fazla hale gelmiştir.



Bütün bu gelişmelere karşın hemen her gün değişik tıbbi kongreler son derece kalabalık sağlık çalışanı kitlelerini kendine çekmektedir. Binlerce sağlık çalışanı yüzlerce ve hatta binlerce kilometre katederek dört veya beş gün bir araya gelmektedir. Bu gelenekselleşmiş bilimsel ve sosyal etkinlik için sağlık çalışanları neden gereksinim duyarlar?



Geçen yıl bir kongrenin açılış programında saygın bir meslektaşım kendi düşünce ve duygularını şu şekilde anlattı “Bir kongreye katılıp döndüğümde kendimi yenilenmiş ve yeterli hissediyorum. Edindiğim yeni bilgi ve beceri donanımı ile hastalarıma daha fazla yardımcı olabiliyorum. Meslektaşlarımla yaptığım konuşmalarımızdan ortak sorun ve kaygılarımızın olduğunu anlıyorum, dolayısıyla da bir dayanışma içinde olduğumuzu hissediyorum. Daha sonra aylar geçtikçe, bilgilerimde bir eskimişlik ve aşınmışlık hissediyorum ve takvimimden yaklaşan kongreyi bekliyorum”.


Uluslararası saygın kongreler amaçlarına ve geleneklere uygun olarak

ÇEVİRMEN TIP

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 30-Kasım-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Kolesterol düzeyini düşüren ilaçların klinik yararları konusunda 1980’li yıllardan bu yana son derece somut kanıtlar birikmiştir. Daha önce kalp krizi geçirmiş olan, koroner bypass cerrahisi uygulanmış veya kalp damarlarına stent yerleştirilmiş, inme geçirmiş veya şeker hastalığı olan hastalarda “statin” adı verilen ilaçların sürekli olarak kullanılması halinde bu insanların ömrüne ömür katılmaktadır. Statin adlı ilaçların yararları değişik dergilerde, eğitim toplantılarında ve internet ortamında paylaşılmaktadır. Öte yandan yapılan farklı araştırmalar şunu göstermektedir; statinlerden en çok yararlanacak hastaların sadece dörtte birine bu ilaçlar reçete edilmektedir. Bu ilaçlar yukarıda tanımlanan hasta gruplarında ölüm riskini üçte bir oranında azaltmaktadır. Başka bir deyişle ilacın reçete edilmediği 75 hastanın üçte biri veya 25 hasta kendilerine doğru ilaç reçete edilmediği için hayatlarını kaybetme riski altındadır.



Kolesterol ilaçları ile ilgili mevcut mevzuatın neden olduğu sınırlılıklar bir tarafa bırakılacak olursa, niçin bu tedavi sayesinde hayatta kalma olasılıkları belirgin derecede artacak olan hastaların sadece dörrtte biri ilaç kullanmaktadır? Bu sorun sadece kolesterol düzeyini azaltan ilaçların kullanımı ile ilgili midir? Hastalarına en güncel tedavilere sunmakla yükümlü olan hekimlerin neden basireti bağlanmaktadır? Hastalar neden kulaktan dolma bilgilere daha çok güvenip, etkili ve güvenli tedavi konusunda uyumsuzluk göstermektedir? Henüz ihtiyacı olan hastaların aspirin kullanımında arzu edilen oranlara ulaşamazsak, genetik tedaviler gibi karmaşık uygulamalarda ne oranda başarılı olabileceğiz? Bütün bu soruların yanıtları incelendiğinde sorunun yaygın ve kaygı verici boyuttta olduğu fark edilmiştir. Bazı sanat eserleri başka dillere çevrildiği zaman nasıl bazan anlamlarından, dolayısıyla da değerlerinden bir şeyler kaybediyorlarsa günümüzde sağlık hizmetleri alanında da benzer bir sorun yaşandığı anlaşılmıştır. Bilgi üretiminin klinik uygulamalara dönüşümü sürecinde yaşanan aksaklıklar masaya yatırılmış ve güncel bilgiler ve uygulamalar arasındaki kopukluğu gidermek üzere “çevirmen tıp (translational medicine)” kavramı ortaya atılmıştır.



Çevirmen tıbbın ilgi alanlarından birisi temel tıp alanındaki gelişmelerdir. Son çeyrek yüzyıl bize göstermiştir ki, hastalıkların gelişme nedenleri ve süreçleri son derece karmaşıktır. Kalıtsal hastalıklar klasik anlamlarının dışına taşmış, genetic etkenlerin toplumda sık görülen bir çok hastalığın gelişimindeki katkıları anlaşılmaya çalışılmıştır. Bundan daha karmaşık olan bir başka alan ise “proteomik” olmuştur. Proteinlerin sağlıkta ve hastalık süreçlerinde uğradıkları değişiklikler çok daha ayrıntılı ve karmaşık bir araştırma alanını oluşturmaktadır. Bu önemli bilgilerin çoğu sadece hastalar ve yakınları için değil, sağlık çalışanları için kolayca kavranamaz niteliktedir. Çevirmen tıp devreye girmezse bu sorun çözümsüz kalacaktır.



Klinik uygulamalar konusunda çevirmen tıbbın üzerinde en çok durduğu konuların başında uygulamaların kanıtlara dayandırılması gelmektedir. Hem günlük kararlarımızın dayandırıldığı kanıtların üretilmesi, hem de yorumlanması ve uygulamaya dönüşmesi alanındaki ataletin giderilmesi için yine çevirmen tıbbın devreye girmesi gerekecektir.



Süreğen hastalıklar bireylerde derin psikolojik ve sosyal sorunlar yaratmaktadır. Öte yandan AİDS örneğinde olduğu gibi bazı hastalıkların temelinde de psikosoyal faktörler (Örn. İlaç bağımlılığı, seks ticareti, göçler v.d.) yer almaktadır. Sadece bilimsel yöntemlerle bu sağlık sorunlarını çözümlemek olası değildir. Değişik bilim alanlarının yöntemlerini sentez etmek için çevirmen tıptan yararlanılmaktadır. Son yıllarda Londra’daki London School of Economics ve King’s College gibi saygın eğitim kurumları, bu anlamda öncü olabilecek master programları başlatmışlardır.



Yakın geçmişte yaşanan bir başka sorun da, sağlık alanındaki araştırmaların sonuçlarının ilan edilmesi ve paylaşılmasında izlenmiştir. Bazı araştırma sonuçlarının kamuoyuna, sağlık çalışanlarına ve hastalara aktarılmasında tarafsızlık ilkesi ihlal edilmiş, bilim dışı yönlendirmeler ve çıkarlar baskın hale gelmiştir. Finansal motifler egemen hale gelmiş, biyolojik ve tıbbi araştırmalarda özel sektör devlet sektörünün önüne geçmiştir. Bu nedenle yaşanan güvenlik ihlallleri, kamuoyunun bilimsel gelişmelere ve sağladıkları klinik gelişmelere güvenini azaltmıştır. Bu konuda da tarafsız organların yürüteceği çevirmen tıp yaklaşımlarına büyük gereksinim duyulmaktadır.



Bilimsel bulgular ve gelişmeler o kadar önemli finansal fırsatlar sağlamaktadır ki, bilimsel çevrelerde ve sağlık hizmeti uygulayanlar arasında daha çok olumlu sonuçlar sağlayan araştırma sonuçları tartışılmaktadır. Öte yandan bir çok araştırmadan olumsuz sonuçlar elde edilmektedir. Bu olumsuz sonuçların, klinik uygulamalarımız üzerine etkisi en az olumlu sonuçlar kadar önemlidir. Çevirmen tıbbın bu nokta da yardımcı olacağı düşünülmektedir.



Yirmi birinci yüzyılda çevirimci tıptan çok şey beklenmektedir; bağımsız akademik üretkenlik, araştırmalarda şeffaflık, uluslararası standart ve kurallar, yaratıcılığın özendirilmesi ve gereksiz bürokrasinin azaltılması…Bu alanda uzmanlaşmak isteyen sağlık çalışanları için eğitim proramları ve uluslararası araştırma fonları her gün artmaktadır. Sağlık çalışanları ve toplumumuz için de çok yararlı olacak bu yeni uzmanlık dalı olgunlaşana dek Dr. Paget’nin 1909’daki sözleri yol gösterici olabilir “Klinik uygulamalar, duyguların bilime temasıdır”.

Bilgiler Değişti, Darısı “Paketler”in Başına!

Özel hastanenin hasta hizmetlerinden sorumlu görevlisi kaygıyla beklemekte olan hastaya müjdeyi verdi “Siz SGK mensubusunuz ve anjiyografi olmanız gerekiyor. Bu durumda paket uygulamasından yararlanabiliyorsunuz”. Bunun anlamı şuydu; bürokratik işlemler tamamlandıktan sonra, herhangi bir ücret ödemeksizin kalbin koroner damarlarının filmi çekilebilecekti. Bu sırada hemen yandaki bankoda, koroner bypass ameliyatı olması gereken bir başka hastaya benzer bilgiler veriliyordu.



Sağlık hizmetinin tarihçesine bakılacak olursa uygulamaların aslında bir hediye ilişkisi şeklinde başladığı görülecektir. Amaç hastaya, düşküne ve özürlüye destek sağlamak, acılarını dindirmek ve yaralarını sarmaktı. Bu görevleri üstlenenler, hayatlarını başka yollarla kazanan şamanlar veya din görevlileriydi. Sundukları karşılıksız ve kısmen kutsal nitelikteki hizmeti topluma sunulan bir “hediye” olarak kabul ediyorlardı. Toplumsal hediyeler süreklilik özelliği olan geleneklerdi; kişiden kişiye farklı şekillerde iletiliyor ve eninde sonunda süreci başlatan kişiye bir şekilde geri dönüyorlardı. Tıp uygulamaları bilimsel hüviyet kazanır kazanmaz ticareti yapılan hizmetler haline geldiler. Günümüzde herkes sağlık hizmetlerinin nitelikli olabilmesi için, bu iki unsurun en uygun bileşmini bulmak için çaba gösteriyor.



Nitelikli sağlıklı hizmeti her gün yeniden tanımlanırken, değişik bileşenlere ayrılarak incelemeye alınıyor. Üzerinde fikirbirliği oluşmuş bileşenlerden birisi de “sağlık hizmetlerinin sürekliliğinin sağlanması”. Niteliksiz sağlık hizmetleri tanımlanırken “parçalanmış (fragmente)” süreçlerden söz ediliyor. Bir hastane içinde bile hizmet kesintilere uğrayıp niteliksiz hale gelebiliyor. Nasıl mı? Eğer nöbet değişimi sırasında ekipler arasında iletişim yoksa, bir muayene sonucunda hastanın başka bir uzmanı ilgilendiren bir sorunu olduğu halde ona yönlendirilmiyorsa veya hastaya taburcu olduktan sonra neler yapacağı ve ilaçlarını nasıl kullanacağı konusunda bilgi verilmiyorsa, bu nitelikli bir sağlık hizmet olarak kabul edilmiyor.



Sağlık hizmetleri ile ilgili araştırmalar yapan, giderek artan sağlık harcamalarını azaltmaya çalışan ve “makro-ekonomik” çözümler üretmeye çalışan bir çok kurum ve kuruluş var. Dünyada en çok karşılaşılan ve ölüm nedenlerinin başında gelen kalp ve damar hastalıklarının tanı ve tedavisi ile ilgili işlemlerin geniş kitlelere ulaştırabilmesi için yaklaşık 15 yıl önce dünyada başlatılan bir uygulama ülkemizde hızla kabul gördü ve yaygınlaştı. Kalbi besleyen koroner damarlarla ilgili hastalıkların ve kalp kapaklarının hastalıklarının, tanı ve tedavisi için “paketler” hazırlandı. Paket bir işlemin ortalama maliyetinin hesaplanması ve işlemin ücretinin benzer nitelikteki bütün uygulamalar için geçerli olması ilkesine dayanıyordu. Böylece daha geniş kitelelere bu işlemler ulaştırılabilecek ve onları kapsamına alan sosyal güvenlik kuruluşları ile sağlık hizmetini sunan kurumlar arasında mali sorun yaşanmayacaktı. Bu yaklaşımın ülkemizde kalp ve damar hastalıkları konusundaki tedavilerin yaygınlaşmasına önemli katkısı oldu.



Paketlerin içeriği belirlenirken konusunda uzman olan kişilerden yararlanılmış ve görüşleri alınmış olabilir. Ancak bu danışmanların konuya “başı ve sonu belli” işlemler olarak yaklaştıkları kesin. Hastaların sorunlarının süreğen olduğu ve eşlik eden komplikasyonlar (ek sorunları) ile yaşamlarını sürdürdükleri pek düşünülmemiş. Paketlerin ücretleri son 15 yıl içinde giderek azaldığından, bu zor ve riskli işlemleri üstlenen ekipler de farklı bir bakış açısı getirememişler gibi gözüküyor. Paket uygulamasına geçilmesi ile birlikte yaygınlaşan hizmetlerin mutlaka idari ve mali kayıtları vardır. Ya tıbbi sonuçları ile ilgili veriler? Bu işlemi uygulayan ekiplerin bir kısmı verilerini bilimsel toplantılarda paylaşıyorlar ama tıbbi konularda merkezi bir izleme sistemi yok.



Oysa koroner anjiyografi için bir merkeze başvuran dört hastadan biri, bypass cerrahisi için yönlendirilen hastaların üçte biri şeker hastası. Son on beş yılda paketlerin içeriği değişmedi ama şeker hastalığı ile bilgilerimiz büyük ölçüde yeniledi. Şeker hastalığının dünyada bir salgın gibi arttığını, kan şekeri kontrolünün önemini, izlem için A1C gibi yararlı testler olduğunu, idrarda az miktarda albumin olmasının önemli sorunların habercisi olduğunu, kalp hastası olarak gelen şeker hastalarının önemli bir kısmının aynı zamanda böbrek ve göz hastası olduğunu öğrendik. Bu sorunlarla mücadele edebilmek için gereken etkili tedavi yöntemleri de büyük gelişim gösterdi. Böbrek hastalarına kalp anjiyografisi sırasında damar yoluyla boya maddesi verince böbreklerinin durabileceğini ve bu sorunun işlem sırasında değil, işlemden 3 ile 5 gün sonra geliştiğini öğrendik. Paketlerin içeriğine baktığımızda bilgi artışına paralel bir çeşitlenme olmadığını, hatta paket ücretlerinin aşağı çekilmesi sonucunda zenginleştirilmesinin önünde engeller olduğunu görüyoruz. İşlem bazında yeterli ve yararlı gibi gözüken bu paketler, sağlık hizmetlerinin sürekliliği açısından incelendiğinde sınıfta kalıyor. Bugün başarılı bir bypass ameliyatı uyguladığı hastasının bir yıl sonra görme yetisini kaybettiğine veya diyalize girmeye başladığına tanık olmak sağlık çalışanlarını da üzüyor.



Üstelik sağlık konusunda politika üretenler önemli bir fırsatı da kaçırmış oluyorlar; SGK kapsamındaki hastalardan kaçının şekerinin kontrolde olduğunu, kaçında böbrek hastalığı veya göz hastalığı olduğunu öğrenip, bu istatistikler aracılığıyla ileriye dönük sağlık ve dolayısıyla da ekonomik politikalar üretme şansını kaybediyorlar. Aslında sağlık hizmetleri ile iglili yapılması gereken sınıflama, kodlama, olgu tabakalandırılması (daha fazla risk taşıyan hastaların daha az taşıyan hastalardan ayrıştırılması) gibi çalışmalar için bir başlangıç noktasını da yakalayabilirler.



Bayram ve yılbaşı yaklaşırken dileğimiz; sayıları her gün artan paket uygulamalarının “işlem” temelli paketlerden “süreç ve sonuç” temelli paketlere dönüştürülmesi. O zaman hem hastalar hem de sağlık çalışanlarına birer “hediye paketi” sunulmuş ve nitelikli sağlık hizmetleri için gerekli olan “süreklilik” kavramı sağlanmış olacak.

Sensiz Her Şey Renksiz

Sevmenin de iniş çıkışları var. Hastabakıcı bugün hastalık tabelama bu duygumun derecesini çizdiyse, doktor korkacaktır. Sabah komşu binada göğsüme baktılar. İyiyim. Babacan bir doktor yeşil ışık yaktı ameliyata, yine de analizlerin sonucunu beklemeliymişiz…” (3/2/1967 A.D.)

“Ne iğne, ne hap, ilaçların ilacı sensin. Sanırım en önemlisi damla damla gözlerin. İyileşeceksem onlar iyileştirecek.” (3/2/1967 A.D.)

“Dün sana yazdığım gibi tahlil değil, ciğerlerin radyografisinin incesiymiş yapacakları…Ne olur ne olmaz diye.” (4/2/1967 A.D.)

“Dönüşte Gerard’a rastladım, “Galiba sizin ameliyat Cumaya” dedi. Hoppala! Çarşamba – Perşembe bana bir-iki hazırlık bağırsak yıkaması yapacak, ordan çıkarıyor bu Cuma işini. Bu tarih işlerini bilse bilse meydancı Gerard bilir.” (4/2/1967 A.D.)

“Dün akşam asistan uğradı, önemli tavırlarla Hamburger’in raporundaki bilgileri tekrarladı. Bunları biliyorum, dedim. Cuma günü ameliyat var mı, sorusuna, Olacak dedi ve gitti. Bu sabah profesör uğradı, röntgenlerden bahsetti ve gitti. Her neyse görünüşe göre ve yeni bir veri ortaya çıkmazsa, herhalde hikaye böyle. Sanırım aralarında bir karara vardılar. Ben de konuşmak niyetindeyim doktorla, acele etmekle fazla beklemek arasında, en doğru zamanı seçtiğini düşünmüş olmalı. Sırt ağrıları bir yana, fena değilim. Bunları doktora söyledim, röntgenlere bakalım, dedi. Bugün güneşli bir Pazar, hastalar sessiz, sancılar sanki hafta tatili yapıyor, bense temiz bir gömlek giyip seni düşündüm. İlaçlarımı alıyorum, hiçbirini kaçırmadan, çünkü Paris’te olsam bile yanımdasın, biraz sert, “İlacını aldın mı?” diye soruyorsun, ben de yutuyorum ilaçları.” (5/2/1967 A.D.)

“S. de Beauvoir’la ya ameliyattan evvel ya sonra görüşeceğiz. Salı sabahı vergi işi ile uğraşacağım. Geçen seneden 500 yolladım. Kafamda hala sen varsın, yalnızlığını düşünüp üzülüyorum, ama belki de rahat çalışıyorsundur. Bana tastamam “halet-i ruhiyeni” anlat. Doktora sırtındaki ağrılardan bahsettin mi?” (5/2/1967 G.D.)

“Demin Akademi müdürü uğradı, doktor ona önemsiz bir ameliyat yapılacak demiş. Hayırlısı. Doktor yine uğrayıp kaçtı, Çarşamba tomo dedi, yani tomografi. Pekala.” (6/2/1967 A.D.)

“Ameliyatı, geleceksin diye, sabırsızlıkla bekliyorum.” (7/2/1967 A.D.)

“Telefonundan sonra doktor uğradı,Pazartesi yapalım dedi.”Karınıza haber verebilirsiniz” sözünü de ekledi.” (7/2/1967 A.D.)

“Hemen söyleyeyim, adam kafamıza uygun. Önce bu tür hastalıklar adına ders verdi, aklım yattı. Zorluk şu: Teşhisi çok zor, analizle de, röntgenle de. Radyo misalleri gösterdi vs. O bakımdan 1959 Ankara Kongresinde (milletlerarası) verilen karara göre hastalık şüphesi iki yıl devam ediyor”. (21/3/1967 A.D.)

“İçindekiler de, belki şimdiye kadar, yani bu hastalığın ilk teşhisinden beri en iyi şeyleri ihtiva ediyor. 1) Çok ciddi, anlayışlı insan bir adamın, doktorluğun bütün ilmi ile, seni yakından, hastalığınla birlikte kavraması, izlemesi, her şeyi yakından yapmak istemesi. 2) Üç ay ihtimali.” (23/3/1967 G.D.)

“ “Sağlık bildirim” iyi. İlaçları daha dengeli bölünce, bugünkü damara iğne pek sarsmadı. Ona karşılık yarın iğne var, herhalde fazla sarsıntı vermez. Nezlem büsbütün geçmedi, ama hafif.” (24/3/1967 A.D.)

“Sevgimizde aşınma şöyle dursun, yepyeni dalbudaklar fışkırmış her taraftan, hangisine bakacağıma şaşırdım, hem de ne güzelleştin! Deniz kenarı, renkli yelkenler de işe karışınca, o hızla haftalarca sensizliği, tatsız ilaçları, koskoca sağlık kışlasının bunaltısını umursamayacağım sanıyorum”. (31/3/1967 A.D.)

“Bana sorarsan iyiyim, şu “perfusion”lar yoruyor fazlası ile, bakalım hiç ara verilmeyecek mi? Öteki ilaçları daha kolay sineye çekiyorum. El şişkinliği acaba romatizma mı? Bakalım tekrar konuşacağım doktorla, bu akşam sözlüyüm onunla…” (19/4/1967 A.D.)

“Ellerinin şişmesine biraz canım sıkıldı. Acaba, dört aydır arasız aldığın ilaçlardan olmasın? Dün Jean Brio ile buluştuk, uzun uzun seni konuştuk, o şaştı streptomycine’in sende, kötü etkiler yapmadığına. Ne Dr.Langran ne de Kalaschnikof’u tanıyor. Körü körüne muayyen bir doktora uzun süre teslim olma konusunda diyor ki: Kendi isteğine uyan bir doktor daima bulur hasta, bence bu durumda Abidin, fazlasıyla dinlenme, yorulmama, kontrol yönünü seçmeli, doktorları kendi etkisi altında bulundurmamalı.” (19/4/2007 G.D.)

“Dün yeni ilaç yüzünden iyi değildim, bugün durdurttu doktor, önce iki gün karaciğerimi düzeltmek için haplar, sonra da başka antibiyotik denenecek. Neyse iki ilaç normal gidiyor, Strepto ve Risnifon, üçüncüsü şimdiye kadar fazla geliyor, iyice sersemliyorum, içim karışıyor. Üçüncü ilaçsız olduğum için bugün iyiyim. El omuz hikayesi romatizma bence, ameliyattan önce de vardı, belki biraz daha hafif olarak.” (24/4/1967 A.D.)

“Tatsız üçüncü ilacı (önce perfusion; sonra da toz halinde verilen) kaldırdılar…Öf, berbattı, kurtuldum. Ayrıca çok iyi buldular, 72 kilo. Kan tahlili vs.” (5/5/1967 A.D.)
Güzin ve Abidin Dino’nun 1952 – 1973 yılları arasında birbirlerine yazmış oldukları mektupları, Sayın Ferit Edgü yayına hazırladı ve CAN Yayınları “SENSİZ HER ŞEY RENKSİZ” adıyla daha geniş kitlelere ulaştırmak için yayınladı. Son derece farklı alanlarda birbirinden değerli eserler üreten, Sakıp Sabancı Müzesinde “Bir Dünya” adlı sergisi büyük beğeni toplamakta olan, sanatçımız Abidin Dino’nun hayatının ayrıntıları ile birlikte bir dönemin panaromik bir anlatısı var mektuplarda. Ayrıca önemli sağlık sorunları olsa bile, sorunlarını çok fazla gündemde tutmayan bu ünlü sanatçımızın baş etmek zorunda kaldığı hastalığın ayrıntıları da yer alıyor. Kaygılar, fiziksel acılar, yalnızlık, özlem, şefkat, üretkenliğin kesintiye uğraması, doktorlar, hastabakıcılar, o dönemin tanı ve tedavi yöntemlerine dair binlerce bilgi… Yukarıdaki alıntılar bir hastalık sürecini sizlerle paylaşmak için seçildi. Kitapta insan ve yaşamla ilgili çok daha fazlası var…

BİLGİSAYARLI TOMOGRAFİ: RADYASYONA HEDEF OLMAK AÇISINDAN YENİ BİR TOPLUM SAĞLIĞI SORUNU

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 21-Aralık-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Bugünlerde dünyada en çok konuşulan tartışılan arasında komşumuz İran’da kurulmaya çalışılan nükleer enerji santrali yer alıyor. Çernobil faciası hepimizin belleklierindeki yerini koruyor. Zaman zaman basında yer alan, nükleer atık içeren variller hepimizi kaygılandırıyor. Yeni yüzyılın casusları rakiplerini nükleer zehirlerle yok ediyorlar. Televizyon dizilerinde Amerika Birleşik Devletleri(A.B.D.) batı eyaletlerinde teröristlerin küçük nükleer patlamalarla kitleleri yok ettiğini izliyoruz. Herkes radyasyonun insan sağlığı için çok sayıda risk içerdiğini ve öldürücü olabileceğini biliyor. Radyasyon hemen öldürmese bile hedef olan insanlarda yıllar sonra kanserlere neden olarak onların hayat sürelerini kısaltıyor. Bütün bunların tersine, günümüzde sık sık kulanılan görüntüleme yöntemlerini ise hiç bir şekilde zararı olmayan ve tümüyle “yararlı” işlemler olarak algılanıyor.



Dünya genelinde acil servis başvurularının önemli bir bölümünün nedeni kafaya gelen darbelerdir (travmalar). Çocuklar bu hasta grubunun önemli bir bölümünü oluşturur. Doktorlar gerekli görmese bile kaygılı ebeveynler çoğu kez “bir tomografisini çekelim” isteğinde bulunurlar. Yayınlar kalp hastalığı riskinizi öğrenmeniz için kullanılabilecek yöntemlerden birisinin kalbi besleyen koroner damarların çeperindeki kalsiyum miktarının derecelendirilmesi olduğunu belirtmektedir. Hiçbir yakınmanız yokken gittiğiniz yıllık sağlık taramanız sırasında akciğer dokusunda küçük bir leke (nodül) saptanınca doktorunuz size belirli aralıklarla çekilen tomografiler aracılığıyla bu yapının niteliğini ve büyüyüp büyümediğini izlemek gerektiğini söyleyebilir. Serbest piyasa ekonomosinin şekillendirdiği sağlık sistemlerinin egemen olduğu ülkelerde, tomografi merkezleri ilanlar vererek insanlara sağlıklarını korumak için “tepeden tırnağa” tomografi hizmetlerinin olduğunu duyurmaktadırlar.



1970’li yıllarda geliştirilmesinden başlayarak bilgisayarlı tomografi sağlık hizmetlerinde en çok baş vurulan tanı yöntemlerinden birisi haline gelmiştir. Halen Amerika Birleşik Devletlerinde (A.B.D.) bir milyon kişiye 26, Japonya’da ise bir milyon kişiye 64 tane bilgisayarlı tomografi makinası düşmektedir. Atom Enerjisi Kurumundan ülkemizde kaç tane tomografi cihazı bulunduğunu ve bunların modellerini öğrenmek olasıdır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinde yılda 62 milyon adet tomografi çekildiği ve bunun 4 milyon kadarının da çocuklarda uygulandığı hesaplanmaktadır. 1980’lerde ise bu sayının sadece 4 milyon kişi olduğu bilinmektedir. İşlemin doğası gereği tomografi çekilen bireyler, normal röntgen filmlerine göre çok fazla miktarda radyasyona hedef olmaktadır. Tomografi yakınmaları olan, önemli sağlık sorunları nedeniyle tıbbi veya cerahi tedavi gören hastalarda hayat kurtarıcı bir yöntemdir. Öte yandan elimizdeki veriler tomografi kullanımının iki grupta çok belirgin bir şekilde yaygınlaştığını göstermektedir: 1) Çocuklar, 2) Sağlıklı olan ve sağlık taramasından (check-up) geçmek isteyen erişkinler. Yeni bilgisayarlı tomografi makinaları ile çocuklarda tomografi çekmek sorun olmaktan çıkmış ve bir saniyede tamamlanan bir işlem haline gelmiştir. Apandisit örneğinde olduğu gibi, ameliyat öncesi süreçlerde giderek artan oranlarda uygulanmaktadır. Erişkinlerde en yaygın olarak kullanıldığı durumlar ise şunlardır: 1) Tomografi ile yapılan sanal kolonoskopi (kalın barsağın incelenmesi), 2) Koroner kalp hastalıkları için tarama, 3)Sigara içen ve içmiş olan bireylerde tarama ve 4) Tüm vücut tomografisi ile yapılan tarama.



Olağan bir baş veya karın tomografisi uygulaması sonucu, radyasyona bağlı olarak hayat boyu kanser riski gelişme riskinin %2 civarında olduğu hesaplanmıştır. Radyasyona erişkinlerden çok daha duyarlı olan çocuklarda bu oran belirgin derecede artmaktadır. Yapılan araştırmalar acil servis doktorlarının, cerrahların ve radyologların önemli bir bölümünün tomografi sırasında hedef olunan radyasyonun kansere neden olduğuna inanmadıklarını göstermiştir. Bunun üzerine A.B.D.’de Ulusal Kanser Enstitüsü (National Cancer Institute) 2007 yılında sağlık hizmeti sunanlar için “Radyasyon Riskleri ve Çocuklarda Bilgisayarlı Tomografi” adı verilen kılavuzu yayınlamıştır.



Bu bilgiler ışığında, sigara alışkanlığından bir türlü vaz geçemeyen sevgili arkadaşım bana kontrol için baş vurduğunda, eğer muayenemde bazı bulgular saptıyorsam tomografi ile akicğer kanseri olasılığını bertaraf etmeye çalışıyorum. Herşey yolundaysa yapılması gereken tek şeyin onun sigarayı bırakması olduğunu, yoksa her 6 ayda bir tomografi çekerek onu kanserden koruyamayacağımı ve bu sıklıkla tomografi çektirmeye devam ederse, kanser riskinin artacağını biliyorum. Kilosu fazla olan, egzersiz yapmayan, ilaçlarını kullanmayan ve sigara içen hastalarımın, tedbir olsun diye tomografi ile koroner damarlarındaki kalsiyum miktarını ölçtürmelerinin nedenini doğrusu anlamıyorum. Çünkü kalp hastalığı riskini azaltacak hiçbir şey yapmadıkları gibi bir de kanser risklerini arttırmış oluyorlar. Arkadaşı ile parkta oynarken düşüp kafasını yaran ve ağlamaktan bitap düşmüş olan bir çocuğa herhangi bir muayene yapılmadan ve işlemin gerekliliği konusunda emek harcanmadan tomografi istenmesinin, o çocuğun ilerideki yıllarda kanser olma riskini arttıracağını biliyorum. Acil servislerdeki doktorların, onu değerlendirmeye gelen uzmanların ve ailelerin de bu bilinçte olmasını diliyorum. Sadece belirli topluluklarda kulak misafiri oldukları için, yeni bir sağlık kuruluşu açıldığı için, prestij için veya reklamlarda dikkatlerini çektiği için insanların “tepeden tırnağa” tomografi çektirmelerini ise hiç anlamıyorum.

2008’de “Boşluğa Dikkat Edin!”

Prof. Dr. Sayın Cem Sungur un 28-Aralık-2007 günü Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde çıkan yazısı

Londra metrosunda yenileme çalışmaları yapılırken, bazı istasyonlarda, vagonlarla peron arasında yolcular açısından tehlike yaratan bir boşluk oluşmuştu. Yolcuları korumak ve uyarmak amacıyla her yerde dikkati çekecek şekilde “boşluğa dikkat edin” (Mind the Gap) yazısı yer alıyordu. Bu uyarı yazısı kısa süre içinde köşe yazılarına, kitaplara, esprilere konu oldu ve üzerinde bu uyarının yer aldığı anı eşyaları satış rekorları kırdı. 2007’den 2008’e geçerken sağlık ve sağlık hizmetlerinde yaşanan değişimler 2008 yılında farklı boşluklara dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu boşluklar “sağlık, sağlığın korunması ve hastalıkların tedavi edilmesi” gibi kavramların anlamları ile “sağlık hizmetinin sunumu ve sunum biçimleri” arasında oluşabilir.

Öncelikle sağlık alanında yaşanan küresel, bölgesel ve bunlarn yansımalarını içeren ulusal değişim süreçlerinin birbirleriyle etkileşimlerinin bütünüyle izlenebildiği ve denetim altında olduğuna ilişkin kaygılar azalmış değil. Günümüzde değişimin önemli bir bölümü yapısal nitelikte olmaya devam ediyor. Ekonomik, hukuksal ve fiziksel altyapı çalışmaları ön plana geçmiş durumda. Öte yandan ekonomik altyapı düzenlemelerinin sağlık hizmetlerinin niteliği ile bağdaştırılması konusundaki çalışmalar, hep uygulamalar başlayıp aksaklıklar ortaya çıktıktan sonra ele alınıyor. Ayrıca mesleki sivil toplum örgütlerinin bu sürece katılımlarının ne ölçüde gerçekleştiği de tartışılıyor. Avrupa Birliği ile19 Aralık 2007 tarihinde müzakereye açılan konu başlıklarından biri, sürecin bir de bu açıdan ele alınıp, yeniden düzenlenmesini gerektiriyor.

Birinci basamak sağlık hizmetlerinin bütün dünyada olduğu gibi, üstlenecekleri yeni işlevlere göre yeniden yapılandırılması konusunda da sorunlar yaşanabilir. Özellikle toplumsal kronik hastalık yükünün ikinci ve üçüncü basamak üzerinden alınması konusunda hala çok önemli eksiklikler var. Ama fiziksel altyapıdaki en önemli eksiklik sağlık hizmeti veren bütün birimler arasındaki bilgiişlem ağının kurulu olmamasından kaynaklanıyor. Gelişmiş ülkelerde, çok önemli maliyetleri göze alarak gerçekleştirilmeye çalışılan bu bilgiişlem tabanlı iletişim olmadan arzulanan nitelikte bir ulusal sağlık sistemi kurulamayacağını herkes biliyor.

İkinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerinde 2008 yılı girdaplı bir yıl olacağa benziyor. Devlet sektöründe daha çok niceliğe dayalı “performans” uygulaması ile tam gün hizmet veren sağlık çalışanı sayısında artış sağlanmaya, bölgeler ve merkezler arasındaki farklılıklar “zorunlu hizmet” uygulaması ile giderilmeye ve özel sektör yatırımlarıyla da ikinci ve üçünü basamak sağlık hizmetlerindeki hizmet açığının azaltılmasına yönelik politikalar bir arada yürütülüyor. Dışarıdan bakıldığı zaman bu politkaların sadece uygulama olarak değil kavramsal olarak da çelişen yönleri görülüyor. Sağlık çalışanlarının iş gücündeki niceliksel yetersizlikler her geçen gün aşılması daha zor bir engel haline geliyor. Çözümler de daha çok genel ekonomik önlemlerle veya zorunlu hizmet gibi, aslında liberal ekonomiyle açıklanamayacak uygulamalarla oluşturulmaya çalışılıyor. Boşluklara dikkat edilmezse hem devlet hem de özel sektör hastaneleri için zor bir yıl olacağa benziyor.

Akademik sağlık merkezleri 2007’yi güç bela geride bırakıp 2008’e başlarken karşılaşacakları zorlukları hesaplamaya çalışıyorlar. Ülkemize özgü anlayış nedeniyle akademik sağlık merkezleri kendilerini daha çok özelleşmiş sağlık hizmetleri alanında geliştirdikleri, eğitimi daha çok ulusal platformda değerlendirdikleri ve uluslararası rakiplerine göre gelir getiren araştırmalarda yeterli düzeye gelemedikleri için, sağlık hizmeti sunumu ile ilgili olarak yapılan her türlü mali düzenlemeden aşırı miktarda etkileniyorlar. Develete ait araştırma fonlarının kısıtlanması da onları zorluyor. Sundukları sağlık hizmetinin geri ödemlerinin zamanında olması mali dengeleri açısından çok önemli gözüküyor. 2008’de daha fazla hastanın akademik sağlık merkezlerinden yararlanması için gerekli bürokratik düzenlemeler yapıldı. Öte yandan akademik merkezlerin hizmet, eğitim ve araştırma arasında önemli boşluklar oluşmamasına çok dikkat etmesi gerekiyor.

Hasta ve hasta yakınları açısından bazı önemli gelişmeler var; artık çok daha farklı sağlık kuruluşuna ulaşabiliyorlar. Sağlık hizmeti almak için yaptıkları arayışlarda öncelikle ekonomik gerçekler belirleyici oluyor. Yine de yıllardır ulaşamadıkları bir çok olanaktan yararlanabiliyorlar. Öte yandan, hasta ve hasta yakınlarının daha çok tüketici yaklaşımı ile baktıkları bu yeni olanaklarla, nitelikli sağlık hizmeti anlayışı arasında da çok büyük bir boşluk var. Hastaları, yakınlarını ve genelde toplumu sağlık sorunları konusunda bilgilendirmek için hazırlanan görsel, işitsel ve yazılı kaynakların içeriği ile nitelikli bilinçlendirme/bilgilendirme kavramı arasında da bir boşluk yer alıyor.

Hızından herkesin başının döndüğü ve bilgilendirmenin sınırlı kaldığı bu değişim sürecinden en fazla etkilenen grup ise sağlık çalışanları. Hem ileriye dönük belirsizlikler hem de çok boyutlu değişim rüzgarı nedeniyle büyük bir tedirginlik içerisindeler. Kendilerinden başka bir meslek grubunun, sürecin “nitelik” ve “ilkeler” bölümünü değerlendiremeyeceğini çok iyi biliyorlar. Süreci anlamak ve katkıda bulunmak istiyorlar; çünkü mesleklerinin temelinde yer alan ilke ve niteliklerin aşınmasından veya yitmesinden kaygılanıyorlar. Eğer bu konuda bir “boşluk” oluşacak olursa, kendilerinin değil hasta ve yakınlarının, sonuçta da sağlık sisteminin ve mesleklerinin yara alacağından korkuyorlar. Bu nedenle 2008’e girerken “boşluklara” herkesten fazla dikkat ediyorlar.

KOLERA GÜNLERİNDE AŞK ve GENÇ KALMANIN SIRRI

Migros’a günlük alışverişini yapmaya giderken, komşu eczanenin girişinde birdenbire “sonsuza kadar genç kalmanın sırrı” ile ilgili duyuru ile karşılaşmak, yılbaşı çekilişinde milli piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmaktan daha çekici gelebilir. Duyuru da sadece adı yer alan bir “doktor”, sonsuza kadar genç kalmanın sırlarını randevu alan herkese (genetik yapısı, yaşı, risk faktörleri ve mevcut sorunları ne olursa olsun) aktarıyor. Ancak bu duyuruyu hangi Migros’un yakınına asacağınızı da iyi belirlemeniz gerekiyor; işsizliğin ve eğitimsizliğin genç nesiller üzerinde olumsuz etkiler gösterdiği bir mahalle çok doğru bir seçim olmayabilir.
Yüzyıllardır şarlatanlar ve doktorluk diplomalarını daha hızlı ve fazla para kazanmak için kullanmak isteyen “quack”lerin insanları etkileri altına almak için en çok tercih ettikleri temalardan birisi “sonsuz gençliğin sırrı”dır. Günümüzde medya aracılığıyla büyük kitlelere ulaştırılan, endüstrileşmiş ve son derece etkili bir “yaşlanmayı önleme” (anti-aging) pazarı var. Cilt bakımları, losyonlar, kremler, değişik vitaminler ve mineraller, “spa” lar ve masajlar yoğun bir şekilde pazarlanıyor. Gerçekten yaşlanma sürecini durdurmanın ve sonsuza kadar genç kalmanın sihirli bir formülü var mı?
Bir çok eleştirmene göre yaşlanmak ile ilgili olarak yazılmış olan en önemli eser, Nobel edebiyat ödüllü yazarlardan Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” adlı romanıdır. Paris’te tıp öğrenimini tamamlamış olan Dr. Juvenal Urbino de Calle, Güney Amerika’daki ülkesine dönmüş, Kolombiya’nın eski bir İspanyol sömürgesi olan kasabasında doktorluk yapmaktadır. Batı dünyasının akılcılığı ve bilimselliği ile, “yeni dünyanın” kaderciliği ve kırsal yaşantı tarzı karşı karşıya gelmektedir. Romanın başlangıcında, Dr. Urbino satrançtaki en ciddi hasmının ve yakın arkadaşının evine polis tarafından çağrılır. Evine gittiği zaman havadaki badem ve siyanür kokusundan sağlık sorunları olan arkadaşı Jeremiah de Saint-Amour ‘un intihar etmiş olduğunu anlar. Çok sevdiği Haitili güzel sevgilisi geri dönmüş olmasına karşın, yıllar önce söylediği gibi, 60 yaşını tamamladığı için hayatına son vermiştir. Arkadaşının ölümü üzerine 81 yaşındaki Dr. Urbino “Koca aptal…en zor kısmı sona ermişti” der. Eserin devamında Dr. Urbino bu zorlukların ne olduğunu tek tek anlatır. Gençliğinde son derece olağan olarak gördüğü tuvalete gitmek Dr.Urbino için giderek zorlaşmıştır, hatta son birkaç yıldır “sanki bir kadın gibi” oturarak idrar yapmak zorunda kalmıştır. Son beş yıldır karısı bir bebekmişçesine , ona banyo yaptırmakta ve giydirmektedir. Zihinsel yeteneklerinde de belirgin bir gerileme olmuştur; unuttuğu için son birkaç yıldır arkadaşı Saint-Amour ile satranç oynarken her hamleyi not almak zorunda kalmıştır. Ama Dr. Urbino’nun “en zor kısmı sona ermişti” diye bahsettiği konu cinsel hayatı ile ilgili olandır. Romanın diğer bir kahramanı olan Florentina Ariza ise ilerlemiş yaşına ve yılların neden olduğu yapısal ve işlevsel değişikliklere karşın, sevginin (aşkın) ve umudun yaşlanmayı engelleyen en önemli çareler olduğunu okuyucuya kanıtlar.
Romanın adında yer alan kolera enfeksiyonu da konunun ve karakterlerinin bağlantısında çok önemli rol oynamaktadır. Fermina’nın karın ağrıları başlayıp babası da kolera olmasından korkunca Dr. Urbino’yu eve çağırır. Dr. Urbino sorunun kolera olmadığına karar verdiğinde aynı zamanda müstakbel eşi ile de tanışmış olur. Enfeksiyonun yayılmasından sorumlu olan Magdalena nehri ve üzerinde seyreden “Yeni Sadakat” adlı nehir gemisi de romanın önemli öğelerindendir; “kolera bayrağı” çekilmiş olarak Fermina ve Florentina’nın yolculuklarını başlatır.
Gösterime yeni giren Kolera Günlerinde Aşk adlı filmde, romanın derinliğini ve ayrıntılarını bulmak mümkün değil. Filmin senaristi “Piyanist” filminden tanıdığımız Ronald Harwood ve yönetmeni Mike Newell (Dört Nikah Bir Cenaze). Birlikte görsel açıdan eşsiz bir sinema yapıtı gerçekleştirmişler. Öte yandan romanın önemli temaları olan; yaşlanmanın güçlüklerine, Avrupa tıp anlayışının 19. Yüzyıl Kolombiya’sında kabul ettirilmesindeki zorluklarına ve akılcılığa dayanan Batı felsefesi ile kaderciliğe dayalı kırsal hayat arasındaki çelişkilere filmde çok yüzeysel bir şekilde değinilmiş. Filmin odaklandığı konu Florentino Ariza ve Fermina Daza arasında başlayan, kesintiye uğrayan ve yıllarca - tamı tamına 51 yıl, 9 ay ve 4 gün - sonra, tekrar devam eden aşka odaklanıyor.
“Kolera Günlerinde Aşk” bazı eleştirmenlerin “romanı okuyamıyorsanız hiç olmazsa filmini izleyin” dedikleri bir başyapıt. Umut ve sevginin, yaşlanmayı önleyen sihirli karışım olduğunu başta somut bulmayabilirsiniz. Öte yandan Marquez’in formülü, pazarlanan “anti-aging” yöntemleri ile ilgili bilimsel verileri incelendiğinde, çok daha evrensel ve gerçekçi gözüküyor.

HEMŞİRELİK KANUNU

Kanun Numarası : 6283
Resmi Gazete
Tarih: 2.3.1954; Sayı: 8647

Madde 1 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Türkiye’de üniversitelerin hemşirelik ile ilgili lisans eğitimi veren fakülte ve yüksek okullarından mezun olan ve diplomaları Sağlık Bakanlığınca tescil edilenler ile öğrenimlerini yurt dışında hemşirelik ile ilgili, Devlet tarafından tanınan bir okulda tamamlayarak denklikleri onaylanan ve diplomaları Sağlık Bakanlığınca tescil edilenlere Hemşire unvanı verilir.
Bu kanunun yürürlüğe girmesinden evvel usulüne göre hemşirelik sınıfına alınmış olanlar sanatlarını yapmaya ve hemşire unvanını kullanmaya devam ederler.

Madde 2 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 3 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Türkiye’de hemşirelik mesleğini bu Kanun hükümleri dahilinde hemşire unvanı kazanmış Türk vatandaşı hemşirelerden başka kimse yapamaz.

Madde 4 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Hemşireler; tabip tarafından acil haller dışında yazılı olarak verilen tedavileri uygulamak, her ortamda bireyin, ailenin ve toplumun hemşirelik girişimleri ile karşılanabilecek sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını belirlemek ve hemşirelik tanılama süreci kapsamında belirlenen ihtiyaçlar çerçevesinde hemşirelik bakımını planlamak, uygulamak, denetlemek ve değerlendirmekle görevli ve yetkili sağlık personelidir. Ayrıca aile hekimliği uygulamasına ilişkin kanun hükümleri ile bu Kanuna dayanılarak yürürlüğe konulan mevzuattaki görevleri de yaparlar.
Hemşirelerin birinci fıkrada sayılan hizmetlerde çalışma alanlarına, pozisyonlarına ve eğitim durumlarına göre görev, yetki ve sorumlulukları Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.

Madde 5 - Hemşire okulundan mezun hemşireler mecburi hizmetlerini bitirip memuriyetten ayrılınca; mecburi hizmeti olmayan hemşire okulu mezunları istedikleri vakit sanatlarını serbestçe yapabilirler.
Serbest çalışacak hemşireler lüzumlu vesikalarını bir dilekçeye bağlayarak mahallin en büyük sağlık amirine verirler. Serbest çalışan hemşire ev adresiyle çalışmak istediği yerde bir değişiklik olduğu takdirde bir hafta içinde aynı makama haber vermeye mecburdur.

Madde 6 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 7 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 8 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Lisans mezunu hemşireler meslekleriyle ilgili lisansüstü eğitim alarak uzmanlaştıktan ve diplomaları Sağlık Bakanlığınca tescil edildikten sonra uzman hemşire olarak çalışırlar.
Hemşireler meslekleri ile ilgili olan özellik arz eden birim ve alanlarda belirlenecek esaslar çerçevesinde yetki belgesi alırlar. Yetki belgesi alınacak eğitim programlarının düzenlenmesi, uygulanması, koordinasyonu, belgelendirme ve tescili ile kredilendirme ve yetki belgelerinin iptali gibi hususlar, Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.

Madde 9 - (Değ.: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Hemşirelikle ilgili yönetim görevlerinde lisans ve lisansüstü eğitime sahip hemşirelerin rüçhan hakları vardır.

Madde 10 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 11 - 3 üncü madde hükümlerine riayet etmeyen, dördüncü maddede yazılı vazife ve salahiyet hudutlarını tecavüz eden ve 5 inci maddenin ikinci bendi hükmünü yerine getirmeksizin serbest çalışan hemşirelerden (50) liradan (200) liraya kadar hafif para cezası alınır.

Madde 12 - (Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Yürürlükten kalktı.

Madde 13 - 1219 sayılı kanunun 64 üncü maddesiyle 3017 sayılı kanunun 4253 sayılı kanunla değiştirilen 61 inci maddesi hükümleri kaldırılmıştır.

Madde 14 - 4862 sayılı kanun ile bu kanunun eklerine bağlı kadro cetvellerindeki başhemşire, hemşire, ziyaretçi başhemşire, ziyaretçi hemşire ve ebe kadroları kaldırılmış ve onların yerine bu kanuna bağlı (1) sayılı cetvel eklenmiştir. Ekli (1) sayılı cetveldeki kadrolar, doğum evleri, nisaiye klinikleri ve sağlık merkezlerine tayin olunacak ebeler hakkında da tatbik olunur.
Ekli (2) sayılı cetveldeki kadrolar 1954 mali yılında kullanılamaz.

Geçici Madde 1 - (6283 sayılı Kanunun kendi numarasız geçici maddesi olup teselsül için numaralandırılmıştır.)
Bu kanunun neşrinden evvel hastabakıcılık yapmakta olanlardan yedinci maddeye göre hemşire yardımcılığına talip olanlar jüri huzurunda ehliyetlerini ispat ettikleri takdirde hemşire yardımcısı olabilirler.

Madde 15 - Bu kanun 28 Şubat 1954 tarihinden itibaren mer'idir.

Madde 16 - Bu kanunun hükümlerini icraya Maliye ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilleri memurdur.

GEÇİCİ MADDE 2 – (Yeni: Kanun No. 5634 RG: 2.5.2007/26510) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce hemşirelik ve hemşireliğe eşdeğer sağlık memurluğu programlarından mezun olanlar ile halen bu programlarda kayıtlı bulunan öğrencilerin kazanılmış hakları saklıdır.
Hemşirelik eğitimine eşdeğer sağlık memurluğu programlarından mezun olanlar hemşire olarak çalışırlar.
Hemşirelik eğitimine eşdeğer sağlık memurluğu programının adı, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren hemşirelik programı olarak değiştirilir ve programlar birleştirilir.
Bir defaya mahsus olmak üzere, ebelik diplomasına sahip olduğu halde bu Kanunun yayımı tarihinde en az üç yıldan beri yataklı tedavi kurumlarında fiilen hemşirelik görevi yaptığını resmi belge ile belgelendiren ve bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde talepte bulunanlar hemşirelik yetkisiyle görevlerine devam ederler.
Üniversitelerin hemşirelik programlarında ülke ihtiyacını karşılayacak yeterli kontenjan oluşturulmak üzere 5 yıl süre ile sağlık meslek liselerinin hemşirelik ve hemşireliğe eşdeğer sağlık memurluğu programlarına öğrenci alınmasına devam olunur ve bu programlardan mezun olanlara hemşire unvanı verilir.

KALÇA ÇIKIKLIĞI

Kalıtsal özellikler de katkıda bulunan bir diğer faktör, anne babasında önceden kalça çıkığı bulunan çocuklarda bu ihtimal %25 daha fazla.
Kalça çıkıklığı erken teşhis edildiği taktirde hemen tedavi edilebiliyor, ancak farkedilmekte gecikilirse ,ileride yürüme aksaklıklarına ve ciddi sakatlıklara yol açabiliyor.

Yeni doğmuş bebekler, doğumun hemen ardından doktor tarafından tepeden tırnağa kontrol edilir. Doktorların emin olmak istedikleri şeylerden biri de çocuğun kalça kemiklerinin tam olarak yerine oturup oturmadığıdır. Kalça çıkıklığının aileye ilk gelen bebekte görülme olasılığı yüksek. Ayrıca ters meydana gelen doğumlarda eklem yerlerine fazlaca baskı yapılması nedeniyle kalça çıkığı kolaylıkla oluşabiliyor . Bunda relaksin hormonunun işlevi büyük . Doğum sırasında salgılanan bu hormon , kalça kemiklerinin genişleyerek doğumun kolaylaştırılmasını sağlıyor , normalden az salgılanmasıysa doğum sırasında bebeğin eklem yerlerinin sıkışmasına neden oluyor.

Kalça çıkığı nasıl farkedilir?
Kalça eklem yerlerinin kenarları leğen kemiği tarafından çepeçevre sarılmıştır. Bazı bebeklerde eklem yerlerindeki oyuklar ,kalça kemiklerinin yerine oturabilmesi için oldukça dardır. Dolayısıyla bunlar tamamen yerlerinin dışına otururlar. Doğumdan hemen sonra doktor bebeğin bacaklarını her yönde hareket ettirerek ,eklem yerlerinin tam olarak yerine oturup oturmadığını kontrol eder . Bu yöntem Barlow testi olarak adlandırılır. İçe doğru basan ayak ,bir bacağın yürürken aksaması, kalça bölgesindeki derinin gerilmesi kalça çıkıklığının belirtileri arasındadır. Ancak yeni doğmuş bir bebeğin kemiklerinin tam olarak yerine oturmasını beklenemez , 6 ay sonra yapılacak ultrasonla,eklemlerin yerine tam olarak oturup oturmadığı anlaşılabilir.

Tedavi Şekilleri
Erken farkına varılan kalça çıkığı kolaylıkla tedavi edilebilir. Bunun nedeni doğumdan sonraki ilk aylarda eklem yerlerinin tam yerine oturmamışlığı ve oynak olmasıdır . Çocuk ayakta dikilmeye ve yürümeye başladıktan sonra kalça çıkıklığı varsa kemikler yanlış kaynamaya başlar. Bu daha sonraları yürürken içe doğru basmaya ve aksamaya neden olur. Tedavide çoğunlukla uygulanan yöntem , sargı yöntemidir. Çocuğun ayaklarından itibaren kalça kısmı özel bandajlarla sıkıca sarılır, bu arada ayakları ayrılarak kurbağa pozisyonu verilir. Bu bandaj sabittir ve çocuğun altını değiştirirken çıkarmaya gerek yoktur. 3 ay boyunca uygulanır . Eğer çocuğun kalçasında iki taraflı çıkık varsa ve çocuk 6 aydan büyükse alçıya alınır . Bu konuda ortopedist Dr. Muharrem Babacan alçıya almanın çocuğun kas gelişimini engelleyeceğinden pek tercih edilmediğini, ancak tedavide geç kalınmışsa alçının gerekli olduğunu söylüyor. " Çocuk ilk doğduğu zaman doktor tarafından kontrol edilir, daha sonraki aylarda ise ultrasonla kalça tetkiki yapılır, ultrason kullanmamızın sebebi ise çocuğa röntgen ışınlarıyla zarar vermemek . Çocuktaki anormallik geç farkedilirse tek çözüm yolu ameliyattır. Ameliyatlarda , kalça eklemindeki yumuşak dokuları orjinal pozisyonlarına getiriyoruz. İleri safhadaki çıkıklarda kemiklerdeki açısal bozuklukları gideriyoruz " diyor.

Koksartroz (Kalça eklemi kireçlenmesi)
Kalça çıkığı küçük yaşta tedavi edilmediği taktirde, 30 yaşından sonra bel ağrıları, yürüme bozuklukları (yürürken sağa veya sola yalpalamak şeklinde), omurganın statik dengesinin bozulmasıyla oluşan sırt ve bacak ağrıları gibi rahatsızlıklara neden olur. Bu konuda SSK Okmeydanı Hastanesi Fizik Tedavi doktoru Gülçin Gürel şunları söylüyor : "Kalça çıkıklığı bulunan kişilerde 20'li yaşların sonlarına doğru, kalça kemikleri tam yerine oturmadığı için kireçlenme olur. Tıp dilinde "Koksartroz" adı verilen bu durum yürümede aksamaya yol açar, zamanla bel ve sırt ağrıları artar. Doğuştan olan ve tedavi edilmeyen kalça çıkığı, kalça bölgesine enfeksiyon yerleşmesi, travmatik kaza sonucu kalça eklemlerinin zedelenmesiyle bu hastalık meydana gelir. Ailede akraba evliliklerine bağlı olarak koksartroz görülme olasılığı yüksektir. Tedavisi ameliyat ile mümkündür. Ancak, ameliyat esnasında hastaya takılan kalça protezlerinin ömrünün kısa olması nedeniyle (10 yıl kadar kullanılabiliyor) 50 yaşından önce bu uygulamayı pek tavsiye etmiyoruz. Ne yazık ki 30 ile 50 yaş arasındaki dönemde ağrılar fizik tedavi ile azaltılmaya çalışılır" diyor.

Başlangıçta pek önemsenmeyen kalça çıkığı denen durum ileride çok önemli, tedavisi zor durumlara neden olabilir. Çocuğunuzda böyle bir durumdan şüpheleniyorsanız doktora götürmekte sakın geç kalmayın.

DÜZ TABANLIK

Tıbbi lisanda hafif olanları "pes planus ", ağır olanları " pes plano-valgus" olarak isimlendirilen düz tabanlık , ebeveyinler tarafından ya hiç önemsenmemekte , yada gereğinden fazla büyütülmektedir. Hiç önemsememek erken devrede cerrahi tedavi yapılması gereken düz tabanlıkların tedavi edilmeden ileri yaşlara ulaşması ve çocuğun sakat olmasına yol açarken, gereğinden fazla büyütmek de kendiliğinden iyileşebilecek düztabanlıkların yaz-kış ve gece-gündüz çocuğa ortopedik ayakkabı giydirme zulmune dönüşmektedir.
Henüz yürümeye başlamamış çocuklarda ayak tabanındaki yağ dokusu çocuğun ayak tabanına düz bir görünüm verir. Aile çocuğun düztaban olduğuna hükmederek telaşlanır. Çocuk yürümeye başladığında bu yağ dokusu eridiğinden taban kavsi ortaya çıkar. Bu ayaklar herhangi bir tedavi gerektirmezler.
Gerçek düztabanlıklar ise iki çeşit olur: sert düztabanlık , yumuşak düztabanlık.
Sert düz tabanlık çocuk doğduğu andan itibaren dikkatli bir göz tarafından farkedilir. Ayak tabanı dümdüzdür, hatta topuk ve parmaklar biraz yukarı doğru kalkmıştır, ve ayak tabanı deniz kayığına benzer. Ayağın kavisleri yoktur, ve ellerimizle ayağa kavis veremeyiz , ayağı bükemeyiz. Burada ayak kemiklerinin doğuştan çıkık olması veya birbirlerine yapışık olması söz konusudur. Bu ayakların kendiliğinden veya ayakkabı ile düzelmesi imkansızdır. Çocuk doğduğu ve düztabanlık teşhis edildiği andan itibaren 3 aylık oluncaya kadar , ayak 10 günde bir değiştirilen alçılarla düzeltilmeye çalışılır. Çoğu zaman bu çabalar sonuçsuz kalır ,ve ayağı düzeltmek için 5 aylıktan itibaren seri birkaç ameliyat yapmak gerekir. Bu düztabanlık şekli oldukça nadirdir.
Yumuşak düztabanlık çocuk yürümeye başladığında farkedilir. Çünkü düztabanlığın bu tipinde çocuk basmadığı zaman ayak kavsi vardır, taban düz değildir, bastığı zaman ise düzleşir, ayak iç tarafındaki kavis çöker. Elimizle ayak tabanına şekil veririz, başparmağı geriye doğru büktüğümüzde ayakta taban kavsi oluşur. Burada ayak kemiklerinde anormallikler yoktur. Kemikleri bir arada tutan bağlarda gevşeklik vardır. Zamanla bu bağlar kendiliğinden sıkılaşarak kemikleri birarada tutmaya başlar ve çocuk bastığında artık ayağı düzleşmez olur. Bu tip ayaklarda yapılması gereken tedavi, çocuk bastığı zaman ayağının düzleşmesini önleyen tabanlıklı ayakkabılar kullanmaktır. Bu ayakkabıların amacı çocuğun ayaklarını düzeltmek değil, ayak bağları sıkılaşıncaya kadar ayak kemiklerinin şeklinin bozulmasını önlemektir. Bağların gevşekliği düzelince , kemikleri birarada tutacağından ayakkabılara olan ihtiyaç da ortadan kalkar. Bu ayakkabıları yaz-kış ve gece-gündüz giymeye gerek yoktur. Günde 6 saat giymek yeterlidir ve yaz aylarının sıcak günlerinde ara verilebilir.

Bazı çocuklar ayaklarını içe çevirerek yürürler. Bu yürüme şekli genellikle yumuşak düz tabanlı çocuklarda olmaktadır , ve bir telafi mekanizmasıdır. Çocuk bastığında ayak iç tarafındaki kavis çöktüğünden vucut ağırlık merkezi ayağın iç tarafına düşer. Çocuk vucut ağırlık merkezini ayağın üzerine düşürüp dengeli yürüyebilmek için , ayağını içeri doğru çevirir. Görüldüğü gibi ayağı içeri çevirerek yürüme bir hastalık değil , telafi mekanizmasıdır. Ayaktaki yumuşak düztabanlık iyileştiğinde kendiliğinden ortadan kalkar. Bazen içe basarak yürüme diz ve kalçalardaki kemik dönüklüklerinden de olur. Bir Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı bunun ayırımını yapar.

Ebeveyinler çocuklarına giydirecekleri ayakkabı hususunda bazen endişelenmektedirler . Yürümeye başlamamış çocuğa ayakkabı giydirmede ısrarlı olmamak gerekir. Daha önce giydirilmeye başlanan ayakkabının, ayağı şekillendirdiği doğru değildir. Çocuk yürümeye başladığında bot tarzında, ayakbileğini saran bağcıklı ayakkabılar tercih edilmelidir. Ayakkabının tabanı yumuşak olmalıdır.Böylece çocuk topuk-parmakucu yürüyüşünü yapabilir. Ayrıca ayakkabının yanları, yani iç ve dış fortları sert olmalıdır. Bu sert fortlar ayakbileğinin içe veya dışa yan yatmasına engel olur. Normal ayakları olan çocuklara bu özellikleri olan ayakkabılar alınabilir. Piyasada ortopedik ayakkabı olarak satılan ayakkabılar , düztabanlığın tedavisi amacıyla kullanılamazlar. Bu amaçla , bir ortopedi uzmanının reçetesi ile ortopedi atölyelerinde çocuğun ayak kalıbı çıkarılarak yapılan , özel tabanlıklı ortopedik botlar kullanılmalıdır.

OMURGANIN YANA DOGRU EĞRİLİĞİ(SKOLYOZ)

Skolyoz, omurga'nın göğüs (thoracic) veya bel (lumbar) bölgelerinde görülebilen, yana doğru eğriliğidir. Tek başına olabileceği gibi, kifoz (arkadan öne doğru anormal bir eğrilik) ile beraber de görülebilir (Kifoskolyoz).

Skolyoz 3 şekilde ortaya çıkabilir:
-Doğuştan olabilir (konjenital). Bu durum genellikle omurgadaki bir kusura veya birbirine kaynamış kaburgalara bağlıdır.
-Polio (çocuk felci), beyin felci veya kas distrofisi (erimesi) gibi durumlara bağlı olarak kasların felci sonucunda oluşabilir.
-İdiyopatik (nedeni bilinmeyen) olabilir. Daha önce düzgün olan bir omurgada, bilinmeyen bir nedenle ortaya çıkabilir.

İdiyopatik skolyoz en sık görülen formudur ve kalıtsal bir nedeni olabileceği düşünülmektedir. En sık olarak genç kızlarda, ergenlik çağının hızlı büyüme döneminde ortaya çıkar. Muayene sırasında, bir omuzun diğerinden daha yukarıda olduğunun farkedilmesi durumunda skolyoz olabileceği düşünülebilir. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri'nde, ortaokul ve lise öğrencilerine skolyoz taraması rutin olarak yapılmaktadır ve bu sayede birçok skolyozlu gence erken tanı konabilmekte ve vakit kaybedilmeden tedaviye başlanabilmektedir.

Uzun süre oturma veya ayakta durma sonucunda omurgada yorulma olabilir. Bağların tarhiş olması sonucu devamlı ağrı duyulabilir. Omurga yana doğru eğildikçe, dengeyi koruyabilmek amacıyla, ters yöne doğru ikinci bir eğrilik oluşabilir. Omurgadaki ilk eğrilik ne kadar büyük ise, büyüme tamamlandıktan sonra durumun daha da ilerlemesi olasılığı o kadar fazladır. Aşırı skolyoz (omurgada 60 dereceden daha fazla eğrilik) solunum problemlerine neden olabilir.
Bulgular:
-Omurganın yana doğru eğriliği
-Omuz ve kalçaların simetrik durmaması
-Birinci eğriliği karşılayıcı ikinci bir eğri varlığı
-Sırt ve/veya bel ağrısı
-Yorgunluk
-Nefes darlığı

Fizik muayene sırasında, hasta öne doğru eğildiğinde eğrilik daha belirgin gözükür. Farklı pozisyonlarda omurga röntgenleri ve skolyozometre (omurganın eğrilik miktarını ölçen bir alet) ölçümleri, skolyozun miktarını belirleyebilmek için yapılabilecek testlerdir.

Tedavi:
Eğriliğin miktarına ve kemik büyümesinin hangi aşamada olduğuna göre belirlenir. Birçok skolyozun (30 dereceden az olanlar) tedavisine gerek yoktur, fakat 6 aylık aralarla izlenmesi gerekir. Tedavi alternatifleri arasında: egzersiz, sırt kuşağı kullanımı, ameliyat veya bu tedavilerin bir kombinasyonu düşünülebilir. Tedavi, erken başlandığı ölçüde başarılı olur.
Hafif, yani 30 dereceden az eğriliklerde, gövde kaslarını kuvvetlendirici egzersizler, eğriliğin artmasını önlemede yeterli olabilir.
Milwaukee kuşağı adı verilen bir kuşağın kullanılması da skolyozun ilerlemesinin önlenmesinde etkilidir, ancak çok uzun söre kullanımı gerekir. Bu kuşak ile omurga asimetrik basınçlara karşı desteklenir ve kuşak, hasta büyüdükçe, vücuda uyum sağlıyacak şekilde modifiye edilebilir. Kuşağın, geç ergenlik döneminde, kemik büyümesi durana kadar kullanılması gerekir. 30 ila 50 derece arsındaki omurga eğrilikleri, kuşak kullanımı ve egzersizler ile kontrol altında tutulabilir.
40 derece veya üzerindeki skolyozlarda, eğrilik kemik büyümesi durduktan sonra da artmaya devam edebileceği için, genelde ameliyat ile düzeltme gerekir. Cerrahi yöntemlerden biri, eğriliğin artmasını önleyen, ancak omurganın hareketliliğini de kısıtlayan bir metal çubuk yerleştirilmesidir (Harrington çubuğu). Cerrahiden sonra, omurgayı stabilize etmek için kuşak kullanımı gerekebilir.
Tedavilerin getirdiği sınırlamaları duygusal olarak kabul etmek, genelde ergenlik çağındaki gençler olan hastalar için zordur. Tedavinin bu zorluklarına alışmada, duygusal destek önemli rol oynar. Fizik tedavi uzmanları ve ortopedistlerin, hastalara tedavi yöntemlerini açıklamaları ve kuşağın vücuda rahat oturmasını sağlamaları, hastaların tedavi planına uyumunu arttırır.
Hastalığın seyri ve tedavinin nasıl bir sonuç vereceği, eğriliğin yerine ve miktarına bağlıdır. Eğrilik ne kadar fazla ise, büyüme durduktan sonra eğriliğin artma şansı da o kadar çoktur. Tedavi edilmeyen aşırı skolyozlar, azalan akciğer kapasitesine bağlı olarak kalp ve akciğer problemlerine, sırt ağrılarına, fiziksel bozukluklara, omurganın dejeneratif artritine ve siyatik'e neden olabilirler.
Eğriliğin kendisinin veya uygulanan tedavi yöntemlerinin, duygusal problemlere veya kendine güvenin azalmasına neden olabileceği unutulmamalıdır.

ROMATOİD ARTRİT

Amacımız, artrit hakkında bilgi edinmenize ve doktorunuzun açıklamalarını anlamanıza yardımcı olmaktır. Artrit hakkında bilgi edinmeniz, tedavinizle ve yasamınızla ilgili daha iyi kararlar vermenize katkıda bulunacaktır.
Artritte ortaya çıkan sorunlar, normal işlev gördükleri zaman bize hareket, çalışma ya da oyun yeteneği kazandıran eklemleri etkiler. Artrit eklemin hareket yeteneğini etkilediği ve eklem ağrısı günlük yasantımızı bozduğu zaman işlev kaybı ve iş görememezlik ortaya çıkabilir.
Artrit, farklı kişilerde değişik şekilde gelişebilir; sizdeki semptomlar, başka birisindeki semptomlarla tıpatıp aynı olmayabilir. Çünkü artrit, bir ya da iki basit hastalık olmayıp, insanların eklemleriyle ilgili farklı sorunlarının toplamından oluşur.
Artrit tanısının konulması, yasantınızda bazı ayarlamalar yapmanızı gerektirebilir. Bu ayarlamaları yaparsanız, artritinize rağmen dolu dolu bir yaşam sürmenizin mümkün olduğunu kavrayabilirsiniz.
Dünyada romatoid artrit ya da osteoartrit rahatsızlığı olan milyonlarca insanın sizin kaygılarınızı paylaştığını bilmek güven vericidir. Artritli hastaların daha çoğu, günümüzde, öncekinden daha iyi bir yaşam sürmektedir; bunun bir nedeni sürmekte olan tıbbi araştırmalardır.

Ne işe yararlar?
Eklemlerin en önemli işlevi, hareket olanağı sağlamasıdır. Ayrıca eklemler, kemikleri bir ara.da tutar ve vücudun ağırlığını taşır. Kafatası ve leğen kemiğinde olduğu gibi bazı eklemlerin doğal hareketliliği fazla değildir. Kalça, omurga, diz eklemleri gibi eklemler ise hareket yeteneği sağlamanın yanı sıra vücudumuzun ağırlığını taşır. Omuzlar dirsekler, parmaklar gibi eklemler, değişik derecelerde hareketlilik ve beceriklilik sağlar.
Normal eklemler, bir eklem kapsülünün içinde bulunur; eklem kapsülü, eklemi hareket ettiren kasların kirişleriyle ve bağlarıyla güçlendirilmiştir. Bu bağlar, kirişler ve kaslar, kemikleri düzgün tutar, istikrar ve hareket yeteneği sağlar. Kapsülün içi, sinovya zarı denilen bir dokuyla kaplıdır. Bu iç çeper, eklem yüzeylerini yağlayan bir sıvı üretir. Eklem kıkırdakı eklemdeki karşıt kemiklerin uçlarını örten az sürtünmeli bir yüzey oluşturur.
Bakteri, virüs ya da yara gibi bir yabancı etkenin varlığından ileri gelebilen hasarlara karşı canlı dokunun verdiği tepki, enflamasyon (iltihaplanma) olarak tanımlanmıştır. Kızarıklık, şişme, ısı ve ağrı, enflamasyonun belirtileridir. Eklemlerde bu şişme süreci, eklemin normal hareket yeteneğini azaltır.
Erıflamasyonun normal sonucu, iyileşme ve doku onarımı sürecidir; ama enflamasyon kronik biçimde sürdüğü zaman eklemde hasar oluşabilir. Bu hasar, hareket yeteneğinin kaybolmasına ya da kemiklerin dizilişinin bozulmasına yol açabilir; bu ise eklemlerin biçimini değiştirebilir ve kalıcı deformasyonlara. neden olabilir.

Eklem hasarı nasıl oluşur?
Kan dolaşımını sağlayan minik kılcal damarlar, enflamasyon sırasında dokulara sıvı sızdırmaya başlar. Biriken sıvı ve kan, eklemin sişmesine yol açar ve hareket güçlüğü yaratır. Eklem sıvısındaki maddelerin bazıları, yabancı maddeleri yutucu akyuvarlar olan fagositleri enflamasyon noktasına çağıran sinyaller gönderir. Başka kimyasallar da sinir uçlannı uyararak ağrıya neden olur.
Akyuvarlar geldiğinde, bağışıklık kompleksleri denilen parçacıklar ve küçük kıkırdak parçaları da dahil olmak üzere eklemdeki döküntüleri yutmaya başlar. Yutucu hücreler, bunları sindirnıek için güçlü lizozom enzimlerini kullanır. Yutucu hücreler döküntüleri yedikçe, bu enzimler ekleme salgılanır; eklem hasarı da işte bu noktada başlar.
Lizozom enzimleri, kıkırdağın yapıtaşlarından birisi olan kollajeni parçalayarak hasara neden olur. Enzimler, sinovya ve kas dokusu hücrelerine zarar vermesinin yanı sıra, bağları ve kemikleri de aşındırır.
Bütün bu aşınma süreci, enflamasyonu daha artırır ve tıbbi tedavi uygulanmadan durması olanaksız olan bir enflamasyon ve aşınma döngüsünü başlatır. Romatoit artrit ve osteoartrit ilaçları, enflamasyon döngüsünün eklemde hasara neden olmasını önlemeyi amaçlar.

Enflamatuar eklem hastalığı
Vücudun her yanında semptomlara. neden olan romatoid artrit (R.A), bağışıklık sistemindeki sorunlardan ileri gelebilir. RA, eklemlerde süregiden şiddetli enflamasyona yol açabilir; bu süreçte ani (akut) alevlenme dönemleri ile hastalığın hareketsiz kaldığı dönemler birbirini izler. RA'te eklemlerin şişmesi simetriktir. Yani, hastalık, vüıcudun sol ve sağ yanındaki eklemleri aynı anda tutar. En çok parmaklar, el bilekleri, dirsekler, dizler ve ayak bilekleri etkilenir.
RA semptomları kişiden kişiye değişiklik gösterir. RA'li kişiler, çoğunlukla, sabahleyin eklemlerinin sertleştiğini ve ağrıdığını, ama günün ilerleyen saatlerinde bu durumun düzeldiğini hissederler. Eklem enflamasyonuna ek olarak başka semptomlarla da karşılaşılabilir. İştah kaybı, kilo kaybı, ateş, bitkinlik, bulantı ve derinin altında, çoğunlukla da dirseklerin çevresinde yumruların oluşması ya da lenf düğümlerinin büyümesi, bu semptomlar arasındadır. Bazı kişilerin elleri ve ayakları soğuk olabilir. terleyebilir ve avuç içleri kızarabilir.

Nasıl başlar?
R.A'te enflamasyon, eklemi kaplayan ve sinovya zarı denilen dokuda başlar. Hücre hasarına neden olan enzimler salınır ve bunlar sinovya dokusuna zarar verir. Sinovya zarı buna tepki olarak değişim geçirip pannus denilen enflamatuar dokuya dönüşür. Hastalık ilerledikçe, pannus genişleyerek kıkırdağı, kemiği ve eklemdeki diğer dokuları aşındırmaya başlar. Bu asınma eklemin yapısını değiştirdiği için kemiklerin hizası bozulur; eklem kapsülü şişebilir ve deforme olabilir.

Dejeneratif eklem hastalığı
Osteoartrit (OA) en yaygın eklem hastalığıdır. Çoğunlukla yaşlı ve eklemleri yaralanmış kişilerde olusan kronik (süreğen) bir hastalıktır. Bu nedenle bazen, hemen hemen her yaşlı insanda bir dereceye kadar bulunan bir "yıpranma" durumu olarak bilinir.
Osteoartrit, en çok, kalça, dizler, ayaklar ve omurga gibi ağırlık taşıyıcı eklemleri tutar. RA'te olduğu gibi sabahleyin ağrı vermek yerine, gün boyunca yavaş yavaş artarak süren eklem ağrısı ve sertlesmesi, başlıca semptomları arasındadır. Eklemler genisleyebilir ve hareket yeteneği gitgide kısıtlanabilir. Romatoid artritten farklı olarak, etkilenmiş eklemler simetri göstermeyebilir.
OA, kalçayı ve dizleri tuttuğunda, normal yi.irümeyi ve hareketi kısıtlayabilir. Omurgayı etkilediğinde ise bel ya da boyun ağrısına neden olabilir. Osteoartrit ellerde oluştuğunda, çoğunlukla parmakları tutar, ama bilekleri etkilemez. Kemiksi yumruların oluşmasıyla, parmak eklemleri deforme olabilir.
RA'li hastaların tersine, OA'li hastalar kendilerini hasta hissetmeyebilirler ya da başka bedensel semptomlarla karşılaşmayabilirler. Hastalığın erken döneminde, ağrı, eklemin dinlendirilmesiyle rahatlatılabilir; ama hastalık ilerlerse, en küçük harekette ve dinlenme sırasında ağrı oluşabilir. Çarpma ya da düsme nedeniyle eklemin yaralanması, ani (akut) bir nöbete neden olabilir.

Nasıl başlar?
OA'te kıkırdak yıkımının birkaç nedeni olabilir. Eklem, spor etkinlikleri ya da aşırı ağır bir şey taşımak gibi başka zorlanmalar nedeniyle arka arkaya küçük hasarlar görürse, kıkırdak yıkımı başlayabilir. Ya da kıkırdakta veya eklemlerin yapısında, yaşlılık yıllarına kadar hiç bir sorun yaratmayan kalıtımsal bir kusur bulunabilir.
Bununla birlikte, osteoartrit bir kez başlayınca, kemikleri örten kaygan düzgün kıkırdak aşınmaya başlar. Sertleşip aşınır ve eklemlerde yastık görevi yapan esnekliğini yitirir. Bu yıkım, kemikler arasındaki normal boşluğun daralmasına neden olur. Aşınma süreci sırasında küçük kıkırdak parçaları koparak eklem boşluklarının içinde serbestçe yüzer. Bu süreç enflamasyona yol açabilir; ama R.A'in tersine, bu tür erıflamasyon o kadar sık ya da o kadar ağır değildir.
Yıkım sürdükçe, eklemin hareketi acı vermeye başlar ve eklem hareket yeteneğinin bir kısmını yitirir. Kıkırdak ile eklem örtüsünün birleştiği yerde kemikler kalınlaşarak mahmuzlar oluşturur; bu da eklem kapsülünün biçimini değiştirir. Eklem boşluğunun daralması, kemiklerin kalınlaşması ve dokunun aşınması, en sonunda eklemin deforme olmasına yol açar.
Hastalığınız ister romatoid artrit, ister osteoartrit olsun; ister hafif, ister şiddetli olsun, modern tıp size bir tedavi sunmaktadır. İnsanlar birbirinin tıpatıp aynısı olmadığı için, artrit tedavisinde kullanılan birçok farklı ilaç vardır. Bu tedaviler, semptomlarınız konusunda size yardımcı olabilir, ama artritinizi tamamen iyileştiremez. Bugün için artritin kesin çaresi yoktur; bu nedenle, tedavinin amacı, hastalıkla birlikte dolu dolu ve üretken bir yaşam sürmenize yardımcı olmaktır. Bireysel gereksinimlerinize uygun olarak tedavinizi planlamak için doktorunuz sizinle işbirliği yapacaktır.

Tedavinin hedefleri nelerdir?
Hedef l: Ağrıyı rahatlatmak ve enflamasyonu denetlemek
Ağrınızın rahatlatılması, tedavinizde birinci önceliği alır. Ağrıda ra.hatlama, eklemlerinizdeki erıflamasyonu da denetleyen ilaçlarla sağlanır. Enflamasyonun eklemlerde hasara neden olduğunu unutmayın; dolayısıyla, erıflamasyonun azaltılması, bu hasarın önlenmesine katkıda bulunabilir.

Hedef 2: Eklemlerinizin hareketliliğini sürdürmek ve normal yaşantıya dönüşü sağlamak.
Eklemlerinizin esnek ve oynak tutulması da çok öncelikli bir konudur. Eklemlerin sertleşmesine göz yumulursa, bir daha asla normal esnekliğini ve hareket yeteneğini kazanamayabilir. Eklemlerinizi tam olarak yeniden kullanmanız sağlanamasa bile, normal bir yaşama uyum sağlamanıza yardımcı olmanın birçok yolu vardır.

Tedavinin öğeleri nelerdir?
Tedavi programlarının birçok öğesi vardır, size hangilerinin uygun olduğuna doktorunuzun yardımıyla karar vereceksiniz. Hastaların çoğu için temel önem taşıyan bir öğe danışmadır. Artriti olan herkes, hastalıkla yaşamaya duygusal olara.k uyum sağlama gereksinimi duyar. İzlediğiniz program ne olursa olsun, milyonlarca artrit hastası i~in profesyonel danışmanların ve destek gruplarının bulunduğunu ve artritle yaşamanın getirdiği birçok sorunu çözmeniz için bunların yardıma hazır olduklarını bilmeniz önemlidir.

Dinlenme
Artritle başa çıkmanın en önemli yollarından birisi dinlenmektir. Bunun anlamı, hastalıktan etkilenen eklemleri dinlendirmenin yanı sıra, enerji tasarrufu için bütün vücudun da dinlendirilmesidir. Artritin alevlendiği dönemlerde doktorunuz, canınızı sıkmamanızı, yataktan çıkmamanızı, şişmiş ve ağrıyan eklemleri kullanmaktan kaçınmanızı salık verecektir.
Gün boyunca düzenli dinlenme dönemlerinin planlanması, geceleyin yeterince uyuma kadar önemlidir. Günlük etkinliklerinizi planlamanız, kendinizi yormamanıza yardımcı olacak, ailenizin ve arkadaşlarınızın da bakımınıza katkıda bulunmalarını sağlayacaktır. Gevşemeyi öğrenmek de önemlidir. Gevşeme, enflamasyondan ve az kullanılmaktan dolayı sertleşip hassaslaşan ağrılı kasların rahatlamasına yardımcı olabilir.

Egzersiz
Egzersiz, eklemlerinizin esnekliğini korur. Eklemler şiştiğinde, sertleşip bükülerek sürekli o halde kalabilir. Yumuşak germe egzersizleri, eklemin normal hareket yeteneğini korumasını sağlar.
İzometrik (eşölçülü) hareketler denilen kas güçlendirme egzersizleri, eklenıleri oynatmadan gücü artırmak için sık sık uygulanır. Bu egzersizler kaslarınızın gücünü artırarak, eklemlerinizin desteklenmesine yardımcı olur. Doktorunuz, yürüme ya da yüzme gibi bir aerobik egzersizi de önerebilir. Bu egzersizler sizi zinde tutar, enerji düzeyinizi artırır ve kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olur.

Eklemlerin korunması
Ağrılı eklemlerinizi korumanız çok büyi.ik öncelik tasır. Hastalıktan hangi eklemlerin etkilendiğine bağlı olarak, kullanılabilecek birçok yöntem vardır. Geceleyin ve gündüz dinlenme dönemlerinde çıtayla sarma, çok enflame olmuş eklemlerin zarar görmesini önleyebilir. Şişmeyi ve ağrıyı rahatlatrrıak için sıcak ve soğuk kompres önerilebilir.

Tekdüze, gündelik isler sizi zorluyorsa, doktorunuz, yi:ıri.ime için baston ya da koltuk değneği, banyo için tutunma Çubukları, yemek için büyük saplı kaplar, giyinme için fermuar tutamakları ve kapıları açmak için özel kapı kolları salık verebilir. Karşılaştığınız güçlük ne olursa olsun, enflame olmuş eklemlerinizi koruyarak normal bir yaşam sürdürmek birinci önceliğiniz olmalıdır.

Ağrı ve enflamasyonun denetimi
Ağrıyı ve erıflamasyonu kontrol etmek için kullanılan birkaç farklı ilaç türü vardır. Sizde bulunan artritin türüne, şiddetine ve çektiğiniz ağrı miktarına bağlı olarak, size hangi ilacın uygun olduğuna doktorunuz karar verecektir. Genel sağlığınız ve kullandığınız diğer ilaçlar da dikkate alınacaktır. İlaçtan en büyük yararı sağlamanız için, tedavi planınızda kendi kendinize değişiklik yapmamanız gerekir.
Doktorunuzun sizin için seçtiği ilaçlar genellikle nonsteroidal antienflamatuar ilaçlar (NSAID) denilen ilaç sınıfının bir üyesidir. Bu ilaçlar, romatoid artrit ve osteoartrit tedavisinde en sık. reçete edilen ilaçlardır. Bunun nedeni, bu ilaçların ağrının ve enflamasyonun rahatlatılmasında çok etkili olmasıdır. Bir çok farklı NSAID vardır.
Ayrıca nasıl ki artrit her kişide tıpatıp aynı değilse, bir ilaca her kişinin verdiği cevap da tıpatıp aynı değildir. Gerçekte, bazı ilaçlar, başkalarına iyi geldiği halde size hiç iyi gelmeyebilir. Ya da kullanmakta olduğunuz ilacın, ortada belli bir neden yokken işe yaramaz hale geldiğini farkedebilirsiniz veya birdenbire sizde yan etkilere neden olmaya başlayabilir. Bunlardan birisi olursa -yani, ilacınız yan etkiye neden olursa ya da işe yaramaz hale gelirse- durumu hemen doktorunuza bildirmeniz yaşamsal önem taşır. O zaman doktorunuz, ilacınızda ne gibi değişikliklerin yapılacağına karar verebilir. Koşullar ne olursa olsun, ilacınızda kendi basınıza değisiklik yapmayın.

NSAID etkisini nasıl gösterir?
Enflamasyonla ilgili bilgiler verirken, eklem sıvısındaki maddelerin, enflamasyonu devam ettiren sinyaller gönderdiklerini söylemiştik. Eklemdeki iki kilit faktör, prostaglandinler ve lökotrienlerdir. Prostaglandinler, sinir uçlarına sinyal göndererek ağrıya neden olur. Lökotrienler ise, enzimleriyle eklem hasarına rıeden olabilen fagositleri çağırır. Her iki kimyasal madde de eklemlerinizde hissettiğiniz şismeyi, kızarıklığı ve sıcaklığı artırır.
Bu ilaçlar, iki kimyasalın üretimini keserek etkili olur. Prostaglandinler ve lökotrienler artık üretilmez olunca, enflamasyon yatışır ve ağrı rahatlar. Elbette bu sonuçlar hemen alınmaz; ilacın enflamasyonu kalıcı olarak durdurması da söz konusu değildir. Bu ilaçların etkilerinin tam olarak hissedilebilmesi için birkaç gün geçmesi gerekebilir.
Bu ilaçların etkili biçimde işlev görmesi için, ilacı doktorunuzun size önerdiği takvıme uygun olarak kullanmalısınız. İlacı duzenli kullanarak, vücudunuzda doğru miktarda bu ilaçların bulunmasını sağlamış olursunuz. Bu nedenle doktorunuzun önerilerıne kesinkes uymanız çok önemlidir. Doktorunuzun size belirttiği gibi dinlenin, egzersizlerinizi yapın ve ilacınızı kullanın. Bu şekilde davranan ki iler kendilerine yardımcı olmak ıçin ellerinden gelenin en iyisini yapmış olurlar. Kendi kendilerine yardımcı olan insanlar, artritleriyle birlikte dolu dolu ve hareketli bir yaşam sürebilirler.

MENÜSKÜS

Tibia dediğimiz alt bacağın kalın kemiğinin platosu üzerine yarleşmiş diz eklemini meydana getiren tibia ve femur arasında bulunan bir çeşit eklem yastığı görevi gören kıkırdaktan yapılmış dokuya menüsküs adı verilir.Bunların içte olanın aiç menüsküs dışta olanına dış menüsküs adı verilir.Dzi eklemi yarım bükülü durumda iken dizde meydana gelen zorlu dönme hareketleri sırasında menüsküste değişik şekil ve derecelerde yaralanmalar meydana gelir.İç menüsküs daha büyük çevresi daha incedir.Dış menüsküs ise kalınca,hareket yeteneği çok ve dizin iç çapraz bağları ile ilişkili olduğundan içe oranla yedi kat daha az yaralanmaya uğrar.
Menüsküs yaralanmaları genç yaşlarda ve sporcularda görülen bir yaralanma çeşidi olup daha çok kayak ,güreş,futbol ve do sporlarında görülür.Bazı hastalıklar bir kenara bırakılacak olursa meydana gelmesindeki tek etken travmadır.Yani dize gelen darbelerdir.Bu yaralanmaları 3 guruba ayırabiliriz.
1-İç menüsküs yırtılmaları
2-Dış menüsküs yırtılmaları
3-Basit yırtılmaları
İÇ MENÜSKÜS YIRTILMALARI
Diz dışa açık ve hafif bükük iken Femurun yani üst bacak kısmının ani içe dönmesi ve bu arada zorlanması halinde iç menüsküste yırtılma ,kopma ve çıkıklar meydana gelmektedir.Bu yırtlmalar şu şekillerde olabilir.

a-Ön boynuz yırtığı
b-Arka boynuz yırtığı
c-Ortadan enine yırtılma
d-Kova sapı şeklinde boyuna yırtılma
e-Kenarlardan yırtılma ve ayrılma
f-Yırtıkla beraber fıtık meydana gelmesi
g-Yırtılma olmadan bağlardan kurtularak fıtık meydana gelmesi
MENÜSKÜS YIRTIĞININ TANIMLANMASI
Hastalık meydana geldikten sonra tecrübeli ve bilgili bir sporcuyaptığı hareketin şeklinden verdiği acıdan,menüsküs olduğunu anlayabilir.
Tanımlama aslında çok zordur.Çekilen filimlerle bile tanı çok zor konabilir.Ama güzel bir anlatım hekime yırtılma olduğu konusunda yardımcı olabilir.Anlatılan olay genelde şöyledir.
Diz hafif bükük ve dışa dönük.ayak dış tarafa açık ikenüst bacağın (Femur)ve vucudun ani olarak içe dönmesine neden olan bir hareketten sonra diz içinde şiddetli bir ağrı ve ses duyulduğu arkasından yere düşüldüğüdür.Bundan sonra sakatlanan sporcu dizinin iç tarafındaki şiddetli ağrı ile topallayarak yürür.Diz eklemini tam düzleştiremez ve tam bükemez.Çömelemez ,merdiven çıkmakta zorluk çeker.Dizini büktüğünde açamaz,açolırken eklem içinden ses gelir.
Bu yırtılma sırasında eklem içindeki damarlarda da yırtılma olursa diz eklem boşluğu kan ile dolar.Bu bir saat içinde gerçekleşir(Hemartroz).Kanama olmasa bile boşluk 7-8 saat içinde su ile dolar (Hidroartroz)
DIŞ MENÜSKÜS YIRTILMALARI
Ayak ve Tibia(Alt bacak)diz hafif bükük ve dışa dönük iken femurun yani üst bacak kısmının ani olarak dışa dönmesi ile oluşur.Yırtık şekilleri iç menüsküsteki gibidir.Şişme daha az ve ağrı dış taraftadır.
KÜÇÜK YARALANMALAR
Dönme hareketleri menüsküs yırtığına sebep olacak kadar büyük değilse,ancak menüsküsün kenar yapışma yerlerinde küçük yaralanmalara neden olur.Bunun sonucu şiddetli bir ağrı ve eklem şişmesi görülür.Fakat eklemde takılma veya kitlenme olmaz.
Yukarıda meydana gelen her üç şekildeki yaralanmalar sporcu sağlığı açısından çok önemlidir.Böyle bir durum olduğunda antereman hemen kesilmelidir.Sakatlığın tanımlanmasında özel bir takım testler,belirtilrr ve yöntemler vardır.Bunlar tecrübe ile kazanılmış yetenekler olduğundan sporcunun hiç vakit geçirmeden ve daha fazla zorlanmadan muhakkak bir ortapedi uzmanına görünmesi gerekmektedir.

KIRIKLAR

Çarpma, vurma, düşme veya bunlara benzer bir kaza sonucu meydana gelen kırıklar, kapalı ve açık kırıklar olmak üzere ikiye ayrılır. Kemikler ya bir yerinden basit bir şekilde ya da birkaç yerinden kırılıp, parçalanırlar. Kemik kırılan yerde, şiddetli ve şişkinlik meydana gelir. Kırılan yer, elle yoklandığı zaman birtakım tıkırtılar duyulur. Bazen de, kırılan kemikler, kasları, etleri ve deriyi delerek dışarı fırlayabilir. Kemik kırıklarında yapılacak ilk iş, kemik uçlarını karşı karşıya getirerek, kıpırdamayacak şekilde sıkıca sarmaktır.
Kırıklar nasıl fiziksel engelliğe yol açabilir?
Vücudun her hangi bir ekleminde veya kemiğinde meydana gelen kırıklar, gerek alçılama sonrası, gerek ameliyat girişimlerinden sonra, kırık öncesi işlevsel düzeyine getirilmezse, o uzvun sakat kalmasına neden olabilir.

Uzun bir süre alçıda kalmış veya ameliyat nedeniyle hareketsiz kalmış olan bir kemiğin beraberinde bir takım istenmedik durumlar ortaya çıkar.
Eklem hareketleri kısıtlanabilir ve eskisi gibi açılmayabilir.
Kaslarda hareketsizlik nedeniyle erimeler başlar ve kas eski kıvamını kaybedebilir.
Eklem etrafında yer alan tendon ve kapsül gibi yumuşak dokular kısalır.

Kırıkların tedavisi nedir?
Kırık sonrası, kırığın türüne, yerine ve uygulanan tedavinin türüne göre özel rehabilitasyon programları uygulanır.
Ağrıyı ve ödemi azaltmak için ilaç tedavisinden yararlanılabilir. Ayrıca bölgeye duruma göre soğuk ve sıcak uygulamalar, fizik tedavi aletlerinden derin ısıtıcılar ve elektrik akımları da uygulanarak, ağrı ve ödem tedavi edilebilir ve kırık iyileşmesi hızlandırılabilir.

Kaza sonucunda kemiklerde çatlak veya kırıklar meydana gelebilir. Kırığın acısı yumuşak doku zedelenmesi ve çatlağa göre oldukça fazla ve dayanılamayacak şiddettedir. Kırıklar kapalı kırık ve açık kırık olmak üzere ikiye ayrılır. Kapalı kırıklarda kırılan kemik derinin üzerine çıkmamıştır. Açık çıkıkta ise kırık kemiğin ucu deriyi delerek dışarı çıkar. Açık kırıklar mikrop kapma yönünden daha risklidir.

Kırıklarda uygulanacak ilkyardım yöntemleri şunlardır:
Eklem hareket açıklıklarını korumak veya kısıtlanmış bir eklemi açmak için 5 tip egzersiz programından yararlanılır.
Zayıflamış kasları kuvvetlendirmek için, başlıca 3 tip kuvvetlendirme egzersiz programından yararlanılır.
Yürüme, kırık sonrası rehabilitasyonun önemli bir parçasıdır. Kırık bölgesine verilecek yüke göre yürüyüş ayarlanır. Tüm bu rehabilitasyon çalışmaları, rehabilitasyon ekibi tarafından kontrol edilerek yürütülmelidir.
Kanama varsa ya da kırılan kemiğin ucu dışarıda ise temiz bir gazlı bezle derhal sarılmalıdır. Kırılan kemiği ya da yerinden oynayan eklemi yerleştirmeye çalışılmamalıdır. Yardım beklerken kazazedenin vücudu sıcak tutulmalı kırık dışında kanama veya başka bir yaralanma varsa bunlar da kontrol edilmelidir. Genel anestezi ve ameliyat olasılğı nedeniyle hastaya yiyecek ve içecek verilmemelidir.

Yardım gelmedği takdirde ve hastanın nakledilmesi gerekiyora kırığın çevre dokuları zedelemeden desteklenmesi gerekir. Özellikle kol ve bacak kırıklarında ve çıkıklarında bölgeyi hareketsiz kılmak amacıyla tahta destekler kullanılır. Varsa kırıklarda kullanılmak üzere özel olarak hazırlanmış atel adı verilen destek gereçleri kullanılmalıdır. Hareketsizlik kırıklarda acıyı hafifletir ve bölgenin daha fazla hasar görmesini engeller. Ancak bu destek kesinlikle çok sıkı olmamalıdır. Hasar gören nokta her iki taraftan sarılarak kıpıdayamayacak şekilde sabitleştirilmelidir.

Kol kırıkları:
En rahat pozisyonda kolu göğüs yaslayıp arasını besleyin. Kolun ağırlığını beslediğiniz destekle birlikte, bir bezle omuzdan askıya alın. Kolun ağırlığın bir tahta parçasını desteğiyle hafifletebilirsiniz. Eğer kol bükülemeyecek durumda ise sarkıtıp vücuda yaslayarak bandajla veya tahta ile destekleyin.

Bacak kırıkları:
Kırık veya çıkık bacağı sağlam bacağa destekleyerek bağlayın. Mümkünse iki bacağın arasını ince bir tahta parçası ile destekleyin. Eğer diz bükük kalmışsa aynı şekilde bırakarak destekleyin. Diz kapağı kırıklarında diz bağının üzerine bir şey sarmayın. Bacağın altına topuktan kalçaya kadar olan en az 10 cm genişliğinde bir tahta parçası yerleştirin. Bundan sonra biri baldırda, biri topukta, diğerleri dizin üstünde ve altında olmak üzere 4 adet sargı ile bacağı tespit edin.

Omurga kırıkları:
Omurga kemiği kırıklarına özellikle trafik kazalarında sık rastlanır. Omurga kırıkları ilkyardımda en dikkatli olunması gereken konulardan biridir çünkü yapılacak yanlış bir hareket omurga kemiği içinde bulunan omuriliğin zedelenmesi sonucunda felce neden olabilir. Bu nedenle omurga kırığı olabileceği düşünülen düşme, sığ suya atlama, enkaz altında kalma ve trafik kazası gibi durumlarda boyun ve bel kemiği kırıkları olasılığı her zaman göz önüne alınmalı ve bunlara ait belirtiler olmasa bile böyle bir durun varmış gibi hareket edilmelidir.

Boyun omurlarındaki kırıklarda kazazedenin hareketsiz tutulması çok önemlidir çünkü bu bölgedeki omurilik üzerine yapılan bası hastada düzeltilemeycek sinir hasarlarına ve ölüme neden olabilir. Omurga kırığı olan hastanın taşınması için en az 4 kişi gerekir. Hasta sert bir sedye veya kapı gibi geniş ve uzun bir tahta parçası üzeinde taşınmalıdır.

Hastayı bulunduğu yerden sedyeye alırken bir kişi başı vücut ekseninde tutarken biri omuzları biri kalçaları öteki de bacakları tutarak kaldırmalıdır. Kazazedenin yattığı yerde döndürülmesi gerekiyorsa bunu yine birkaç kişi tek bir hareket yapar gibi gerçekleştirmeli ve bu sırad vücudun ve başın bükülmemesine dikkat edilmelidir. Bu koşular sağlanamıyorsa cankurtaran ve yardım ekibi beklenmelidir. Başın hastaneye gidene kadar hareketsiz kalmakını sağlamamk amacıyla yanlarına katlanmış giysi gibi sert nesneler yerleştirimelidir. Başın altına kesinlikle yastık konulmamalıdır. Sırt ve bel kırıklarında da hareketi ve dolayısıla omurilik zedelenmesini en aza indirmek için aynı önlemler alınmalıdır.

Baş kırıkları:
Kafatasında, çenede ya da boyunda meydana gelebilecek kırıklar ve darbeler çok önemli olduğundan hemen uzman bir doktor tarafından müdaheleyi gerektirir.
Çene kemiği kırıklarında kanama olabileceğinden hastayı doktora götürürken kan yutmasını önlemek için baş öne doğru eğik tutulmalıdır.